Yeni Şafak Yazarlar Yeni Şafak
-
- News
Sosyal medyanın en güçlü haber mecrası Yeni Şafak.
Yeni Şafak Gazetesi olarak yayın hayatına başladığımız ilk günden itibaren ülkemizde demokrasinin tüm kurumları ile yerleşmesi, milli irade ve değerlerimizin hâkim olması için tüm gücümüzle çalıştık. Bu ülkenin geleceğinin derin sularda boğulup gitmemesi için çaba sarf ettik. Fırtınalı günlerde sığınılacak bir liman olduk. Bugüne kadar ülkemize yapmış olduğumuz katkıyı bundan sonra da okurlarımızın desteği ile sürdürmeye devam edeceğiz. Her gün Yeni Şafak’la yeni bir umut olacak.
-
İsmail Kılıçarslan - Sosyal çürüme yazıları 4 Ahlâkî pozculuk cumhuriyeti
TDK’ya sorduğunuzda size “ahlâk”ın karşılığını şöyle veriyor: “Bir toplum içinde
kişilerin uymak zorunda oldukları davranış biçimleri ve kuralları.”
Son derece eksik de olsa, bu tanım bu yazıda bana bir hareket alanı sağlayacak.
“Eksik” dedim çünkü ahlâkın şartının toplumsallık olmadığı ortadadır. “Hareket alanı
sağlayacak” dedim çünkü bugünkü sosyal çürüme yazımın meselesi temelde toplumsal
ahlâk.
Yeni Türkiye’de karşımıza çıkan üç tür belirgin “toplumsal ahlâk yönelimi”nden söz
edebiliriz. İlki dindar ahlâk, daha doğrusu din temelli ahlâk. İkincisi seküler ahlâk,
daha doğrusu son dört asırda ortaya konulan Batı ahlâkı. Üçüncüsü ise bu iki türün
etkileşimi ile elde edilen “geçişken ahlâk.”
Dindar ahlâktan başlayayım. Dinin, toplumsal olarak iki temel hedefi vardır: Ahlâk ve
adalet. Ömer Türker hocadan ödünç alarak söyleyeyim. “İbadetlerin ortaya
çıkarmasını beklediğimiz yegâne sonuç ahlâktır.”
Bugün Türkiye’de rahatlıkla bu sonucun ortaya çıktığını söyleyebileceğimiz bir zemin
yok elimizde. Türkiye dindarlığının uzun süredir bir çeşit “din işleri ayrı, dünya işleri
ayrı” laikliği ürettiğini görmemek için kör olmak gerekiyor. Ve evet, dindarlığı
hayatının tam merkezine yerleştirmiş insanlar için de bu böyle. Çünkü temel yanlışlık
“dini değil dindarlığı” merkez almakta. Bugün Türkiye’de sıkışıp kalan din dili ve
artık hepimize baygınlık geçirtmek üzere olan “ehlisünnetin kaleleri-Kur’an
Müslümanları” tartışmalarının da temel sebebi bu.
“Türkiye’de dindarlık ortaya bir çıktı olarak ahlâk koyamıyor da seküler ahlâk çok mu
iyi?” diye sorarsanız orada da cevabım çok net: Al birini vur ötekine.
Seküler ahlâkı bir türlü “sistematik bir ahlâk” haline getiremeyen ana etken sayısal
alanda kalması gereken meşhur görecelilik kuramının toplumsal alana yerleştirilmesi.
İnsan adedince ahlâk anlayışının olması, seküler ahlâkı bir toplumsal ahlâk haline
dönüştüremiyor. Üstelik seküler ahlâk çok belirsiz, hatta aşırı tanımsız bir kavramı
“vicdan”ı imdada çağırdığı için bir türlü “normatif” hale gelemiyor. Toplumsallığın
içinde var olurken değişmek için uzun sürelere ihtiyaç duyan ahlâk, görecelilik ve
vicdan yanılsamayla birlikte “günlük değişim”e gebe hale geliyor. Bu da Türkiye’de
seküler ahlâkın ne vaz’ ettiğinin anlaşılmamasına, ahlâk konusunda devasa bir
kakofoniye yol açıyor. Çünkü ahlâkın temel ilkesi “olaylara göre değil, ilkelere göre
davranmak”tır malum. -
Ali Saydam - İkiyüzlülük
Almanya’da Thüringer eyalet seçimleri öncesinde TV’de yayınlanan bir
tartışma programında Hristiyan Demokrat Birlik Partisi’den (CDU) Mario Voigt ve
Nazi geleneğini sürdüren aşırı sağcı Almanya için Alternatif (AfD) Partisi’nden Björn
Höcke karşı karşıya gelmişler.
Tam sıradan konular konuşulurken programın moderatörü birden Höcke’ye
o kışkırtıcı soruyu sormuş: “21 Mayıs günü Merseburg’daki mitingte ‘Alles für
Deutschland’ (‘Her şey Almanya için) diye bağırdınız. Neden?”
Höcke, lafı dolandırıp “Kahrolsun Almanya! diyenler herhangi bir eleştiriye
uğramadan etrafta dolaşıyor. ‘Her şey Almanya için’ herkesin kullandığı, sıradan bir
cümle; ‘Ne var bunda?!’” demiş.
Moderatör durmamış, devam etmiş: “Peki bunun Nazi Partisi’nin ‘Fırtına
Birlikleri’ne [SA] ait bir slogan olduğunu bilmiyor muydunuz?” Tarih öğretmenliği
eğitimi almış olan Björn Höcke cevap vermiş: “Hayır, bilmiyordum.”
Peki, sonra ne olmuş?
Savcılık, Halle Eyalet Mahkemesi’nde anında dava açmış. İsnat edilen suç şu
imiş: Nazilere, yani Milliyetçi Sosyalist Alman İşçi Partisi’nin (NSDAP) Fırtına
Birlikleri’yle (SA) özdeşleşmiş bir sloganı kullanmak.
İddianame, Almanya’da 75. yılı kutlanan Anayasa’nın “Bir daha asla” diye
adlandırılan temel maddesine dayandırılmış. -
İhsan Aktaş - Türkiye-Irak ilişkileri büyük bir başlangıçtır
Seçim sonrası iç siyaset konuşulurken, alışkanlık olduğu üzere bir siyaset yorumcusu
“Türkiye’nin büyük bir hikâyeye ihtiyacı var” diye bir cümle kurdu. Ben de “O kadar
çok büyük hikâyemiz var ki her hikâye dünyada gündem oluyor, ardından kısa bir
zamanda unutuyoruz” dedim.
Tekrar büyük hikâyeler yazmaya gerek yoktur, bu hikâyelerin her biri millet
hafızasında yaşamaktadır. Fakat Irak-Türkiye ilişkileri, yeni bir büyük hikâyenin
kapısını aralamak anlamına gelir.
Dışişleri Bakanı Hakan Fidan Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Irak ziyareti öncesi yaptığı
açıklamada “Irak zengin geçmişi olan bir ülke, fakat elindeki zenginliği tabana yayma
konusunda zımni sorunları var” dedi. Bugünkü Irak iktidarı bu konuda sofistike bir
çaba içerisinde. Özelikle bu konuda Irak hükümetinin Türkiye ile dayanışma eğilimi
var.
Fidan’ın bu açıklamalarını enerji ve güvenlik açısından ele aldığımızda meselenin
boyutlarının ne kadar derinleşeceğini görmüş oluruz.
Bilindiği üzere İran Devrimi olduğunda, Irak, ABD’nin desteği ile İran’a savaş açmış,
bu savaş on yıl sürmüştü. Devamında ABD, Irak’ı işgal etti. Kaderin cilvesine bakın ki
ABD, IŞİD’i Irak’ın içlerine soktu ve IŞİD’i yenmek için de can düşmanı İran destekli
Haşdi Şabi birlikleri ile sözüm ona Irak’ı kurtarmak için ortaklık yaptı.
Özünde ABD Irak’ı işgal etti, İran ise Irak’ın fetret devrini sürdürülebilir hale getirdi.
Bugün Irak’ın kaderi kökten değişebilir ve bu değişimde Türkiye’nin payının büyük
olacağını düşünüyorum. -
Ersin Çelik - İkiyüzlü dünyanın 200 günü
Düşünüyorum, “34 bin 151” sayısını zihinler nasıl kodlamalı? Hafta sonu oynanan bir maçı stadyumda
izleyen seyirci sayısı olabilir mi 34 bin 151? Olabilir. Çünkü Almanya Ligi Bundesliga maç başına 40 bin
232 seyirci ortalamasını yakalamış. İngiltere Premier Lig’de 38 bin 331, İtalya Serie A’da ise 30 bin 934
rakamına ulaşılmış. Futbolun gücü. “Doksan dakikalık şölen” deniliyor. Seyri yüksek, çekişmeli, iddialı
bir maç kısa süreliğine de olsa hayatı durduruyor. Ekran başında izleyen milyonları da katarsak, hayat
birileri için 90 dakikalığına duruyor gerçekten.
Goller, fauller, kornerler, kartlar, paslar, kaleyi bulan şutlar, uzatmalar ve son düdük. 34 bin 151 kişi
evine dönüyor, maç istatistikleri konuşulurken hayat normalleşiyor. Sonraki maçlara bakılıyor. Planlar
yapılıyor. Bu böyle sürüyor. Liglerin, maçların ve takımların kalitesi ise maçları stadyumda izleyen
seyirci sayısından ölçülebiliyor. “34 bin 151” sayısı bir kültürü de simgeliyor o halde. Her açıdan büyük
sayı yani.
Neyse… Konumuz futbol değil. İnsana dair sayı ve rakamları anlamlandırmaya, karşılık bulmaya
çalışırken bir stadyum dolusu insan çağrıştı zihnimde. Böylesi bir girişi de o nedenle yazdım.
İsrail, Gazze’de geride kalan 200 günde bir stadyum dolusu insanı dünyanın gözleri önünde katletti.
Hayat durmadı, İsrail durdurulamadı, istatistikler paylaşılmadı, bu sayının büyüklüğü hiçbir şeyle
ölçülemedi…
Bugün 200’üncü günü geride bırakıyoruz.
“7 Ekim'den bu yana Gazze Şeridi'ne düzenlenen saldırılarda yaşamını yitirenlerin sayısı 34 bin 151'e
yükseldi.” bu cümleyi bir haberci olarak yazabiliyorum. Yazmak zorundayım. Ama insan olarak
cümleye dökmek, bu acıyla yüzleşmek çok zor. Saniyeler, dakikalar, saatler ve günler geçti gitti.
Vicdanı, idraki, bilinci, derdi, acısı, sancısı olan herkesin bir muhasebesi var elbette geçen günlere
dair. Lakin şahitlik ettiğimiz soykırım karşısında bizler de çaresizliğe mahkûm olduk. -
Abdullah Muradoğlu - İnsafsız takas!
Gerek sıradan Amerikalılardan, gerekse partisinin tabanından gelen ciddi tepkilere rağmen
Biden Yönetimi İsrail’e koşulsuz askerî yardıma ara vermeksizin devam ediyor. Üstelik Biden
Yönetimi Amerikan yasal mevzuatındaki kısıtlamalara rağmen bu yardımları gerçekleştiriyor.
Amerikan Senatosu İsrail, Ukrayna ve Tayvan için 95 milyar Dolarlık bir yardım tasarısını
onaylamış, ancak Cumhuriyetçilerin muhalefeti sebebiyle tasarı Temsilciler Meclisi’nde
beklemeye alınmıştı. Az bir farkla Cumhuriyetçilerin kontrol ettiği Temsilciler Meclisi’nin
Başkanı Mike Johnson bu tasarıyı oylama aşamasına getirmeyeceğini önceden ilân etmişti.
Cumhuriyetçiler Biden Yönetimi’ni Meksika sınırından göçmen geçişlerinin önlenmesi için
harcanması gereken parayı Ukrayna’ya aktarmaya çalışmakla suçluyorlardı. Bu yüzden İsrail’e
yardımın ayrı bir tasarı olarak gelmesini istiyorlardı. Biden Yönetimi ve Kongre’deki Demokrat
liderliklerse paketin parçalara ayrılmasını kabul etmediklerinden ötürü iki parti arasındaki
anlaşmazlık devam ediyordu. Nihayetinde Meclis Başkanı Mike Johnson, sıkı Trumpçılar’ın
muhalefetine rağmen Demokratlarla anlaşarak, tasarıyı da parçalara ayırarak Genel Kurul’a
taşıdı. Meclis’ten geçen İsrail, Ukrayna ve Tayvan tasarıları Senato’da tek parça halinde
oylanacak, sonra da ABD Başkanı Biden tarafından imzalanarak yürürlüğe girmesi sağlanacak.
Ukrayna’ya 61 milyarlık yardımı içeren tasarı, Cumhuriyetçiler ve Demokratlar’ın işbirliği ile
onaylandı. Ancak Cumhuriyetçilerin 112’si tasarıya “hayır” derken, kabul oyu verenlerin sayısı
101’de kaldı. Yani Cumhuriyetçiler’in çoğunluğu bu tasarıya oy vermedi. Senato’da bugün
oylanması beklenen tasarı paketi, Cumhuriyetçi Senatörler arasında da bölünmeye yol açtı.
Trumpçı Senatörlerden J. D. Vance “New York Times” gazetesinde yayınlanan bir yazısında
Ukrayna’ya yardımın devam etmemesi gerektiğini savunuyordu. Rusya karşıtı şahinlerden
Cumhuriyetçi Senatör Lindsey Graham ise bir televizyon programında Vance’i eleştirdi. Şahin
bir Cumhuriyetçiyse, tasarıya “Hayır” diyen Cumhuriyetçilerden “Pislikler” diye söz ediyordu. -
YUSUF DİNÇ - Lokantalar Hedef, Kapitalizm Rahat
Toplumun fakirleşmesinin en büyük müsebbibi olan bankacılık sistemi olduğu yerde duracak kalkıp
lokantaları boykot edeceğiz.
Asıl düşüncemi söyleyeyim; bu lokantalar o gelir grubundan o fiyatlarla paralarını alabiliyorsa alsınlar,
çalışanlarına doğru dürüst ücret veriyor ve bihakkın vergisini ödüyorlarsa, hiç tasa değil. Gitmemeyi
ve boykot yapmayı seçenleri de takdir ediyorum.
Hatta lokanta boykotu iyi bir duruş, iyi niyetli, karizmatik, çok doğru, çok sempatik, çok insancıl, çok
medeni… Anlıyorum hatta seviyorum da ama iş, böyle doğru tavırlarla piyasadaki bugünkü lakaytlığı
giderecek seviyeyi çoktan aştı. Kapitalizm bu doğru duruşun içinden çoktan geçti.
Geniş halk kitlelerinin daha temel sorunları varken lokanta gibi yukarı basamaktan boykota başlamak
maalesef ve bunu söylemek hiç doğru olmadığı halde bizi aşar. Doğru değil, çünkü bu söylem toplumu
yoksullukta birleştiriyor.
Ama yapacak bir şey yok, acil ve öncelikli ise boykot, yoksula sağladığı fayda kadar boykottur.
Yoksul, birçok sektörü otonom boykot halinde zaten. İhtiyacına sıkışmış durumda. İhtiyacını boykot
edemiyor, sorun bu. Burası çözülse her yer çözülecek…
Üç harfliler falan da bir yana. Üç harflilerin tek çözümünün kooperatif olduğunu, piyasada sahipliği ve
yönetişimi değiştiren bir rekabet kurulması gerektiğini çok kere hem yazdım hem söyledim.
Asıl kök probleme inmeli. Herkes kök nedenin ne olduğunu bulmaya çalışıyor. Ekonomi politikaları
sakızını çıkarıp nedeni gerçekten arayan varsa, yazının girişinde ipucunu verdiğim; toplumun
varlıklarını gene topluma kâr amacıyla aktaran bankacılığa bakmalı. Yoksullaşma sorunu bugün
başlamadı, bankalar var olduğundan beri hep oradaydı, sadece şiddeti arttı.
Toplumun varlıklarını gene topluma derken birinci toplum alt-orta, ikinci toplum üst gelir grubu,
unutulmasın. Yani bankalar varlığı ve refahı yoksuldan varsıla doğru aktarıyor.
Yani bankada para biriktirmeye çalışan yetenekli, çalışkan, genç mühendisten alıyor, üç harflilere
veriyor.
Üç harfli de gene bu mühendise, bu mühendisin kendi parasından edindiği finansal gücün anti-
demokratik lezzetinin sınırlarını tam tatmak üzere, ayçiçek yağı kalmayacakmış deyip katmerli zamla
ayçiçek yağı satıyor.
Refahı artırması, yaygınlaştırması, yatırımları çoğaltması beklenen bankacılık, Türkiye’de ancak ve
sadece yoksulluğu derinleştiriyor.
Başka bir misal; konut alabilmek için bankada para biriktiren kimsenin parası varsıla konut kredisi
olarak veriliyor, o da gidip denetimsiz konut piyasasında aldığı konutun fiyatını 2-3-4 hatta beş katına
çıkarıyor. Konut fiyatıyla korelasyon gereği kiralar artıyor. Gariban da kendi parasıyla yediği hem kira
hem evin yeni fiyatı kazığını çıkarmak için daha fazla sıkıp para biriktirmeye devam ediyor. Üstelik
devam ettikçe parası varsıla doğru akmaya devam ediyor. Bitimsiz bir sömürü. Faizcilik işte budur.
Türkiye’nin son yıllardaki ekonomi politikası tercihlerinin bir iyiliği varsa; artık kapitalizmin ve
ortodoksinin kurumsal yapısını ve kurumlarını sorgulamak için bir alan açmış olmasıdır. Lokanta
boykotu örneğindeki gibi…