267 episodios

Sermayenin yalanlarına karşı işçi sınıfının gerçekleri

Gerçek gazetesi Gerçek

    • Noticias

Sermayenin yalanlarına karşı işçi sınıfının gerçekleri

    Yarı askeri rejimde iç hesaplaşma: Onlar aralarında anlaşır, olan yine işçiye emekçiye olur!

    Yarı askeri rejimde iç hesaplaşma: Onlar aralarında anlaşır, olan yine işçiye emekçiye olur!

    Devlet içinde uzun süredir devam eden bir hesaplaşma var. Bu hesaplaşma, devlet içindeki gruplaşmaların basit bir koltuk kavgası ya da çekişmesi olarak görülebilecek düzeyi çoktan aştı. Darbe girişimi, kalkışma iddiaları havada uçuşuyor. Yerel seçimlerden önce Anayasa Mahkemesi (AYM) ve Yargıtay arasında ortaya çıkan krize, yerel seçimlerin ardından Ayhan Bora Kaplan mafyatik suç örgütü davasıyla polis teşkilatı ve MİT’in de dahil olduğu yeni bir kriz daha eklendi. MHP’nin üst düzey yöneticilerinin adının geçtiği Sinan Ateş cinayeti davası da Cumhur İttifakı içinde her an büyük ve yıkıcı bir deprem üretebilecek bir fay hattı niteliğine kavuştu.

    Yüksek yargıda kavga ertelendi, Can Atalay hapiste kaldı

    Bu süreç yaşanırken iki tarafın üzerinde en kolay anlaştığı konu, TBMM marifetiyle Can Atalay’ın dokunulmazlığının kaldırılması ile meselenin en azından kısa vadede yüksek yargının tasarruf alanından çıkartılması olmuştur. CHP’sinden İyi Partisi’ne düzen muhalefeti bu süreçte bir süre itirazda bulunduysa da hızla Can Atalay’ı unutmuş ve unutturmuştur. Oysa Can Atalay’ın partisi TİP, bu süreçte CHP’den başlayıp İyi Parti dahil Millet İttifakı partilerini gezerek “ortak strateji” üretmek için yoğun bir çaba sarf etmişti.

    Ayhan Bora Kaplan üzerinden Yerlikaya-Soylu kavgası: Kavga yatışıyor, pisliklerin üzeri örtülüyor!

    Kriz, iktidarın kendi iç mekanizmalarıyla soğutulurken, bu soğutma faaliyetinde Ali Yerlikaya da başat bir rol oynadı. Ayhan Bora Kaplan davası vesilesiyle ortaya saçılan ve iktidarın kalbine kadar uzanan kirli ilişkilerin ise şimdiden üstünü örtmeye başladılar.

    Sinan Ateş cinayeti bir iç hesaplaşmadan çok daha ötesidir

    Nihayet eski Ülkü Ocakları Başkanı Sinan Ateş’in öldürülmesiyle ilgili siyasi cinayet davası da Cumhur İttifakı’nın içinde büyük bir fay hattı oluşturmuş durumda. İşçi sınıfı tehlikeyi görmelidir. Geçmişten bugüne NATO kontrgerillasıyla iç içe olan bu faşist teşkilatın elinde Kemal Türkler gibi öncü sendikacıların, işçilerin, Kürtlerin, gençlerin kanı vardır. Mesele bir iç hesaplaşmanın açığa çıkarılması değildir, faşizm işçi sınıfının ve ezilenlerin karşısındaki en büyük tehdittir.

    İşçi sınıfının ve ezilenlerin sorunu, rejimin çatışan gruplarıyla değil, istibdad rejiminin kendisiyledir!

    Tüm bu gelişmeler bize rejimle ilgili çok somut bazı gerçekleri gösteriyor. Öncelikle bize izletilen bir düzen siyaseti tiyatrosu var. Halka sandığa gidip AKP’ye ya da CHP’ye oy vermekle bir şeylerin değişeceğine ya da iktidarın bu oylarla belirlendiğine dair koca bir yalan söyleniyor. Gerçek ise başka. Mevcut iktidar bir yarı-askeri rejime dayanıyor. İktidar, kimin kaç oy aldığına göre değil, kimin bu rejim içinde poliste, jandarmada, orduda ve bunlara ek olarak sokaklardaki mafyatik yapılar ve faşist çetelerden oluşan paramiliter örgütler üzerinde daha etkin olduğuna göre belirleniyor. Bu iktidar mücadelesinde iktidar ve muhalefet iç içe geçmiş durumda. Bazen bu kavga sertleşiyor. Ama biliyorlar ki Mehmet Ağar’ın deyimiyle tuğla çekilirse duvar yıkılır. Tuğlayı çekmeden, duvarı yıkmadan aralarındaki hesaplaşmayı yürütüyorlar. İşçi sınıfı ve emekçi halkımız bu gerçeği görmeli ve hangi çıkar çatışması dolayısıyla ortaya çıktığına bakmaksızın, gün yüzüne çıkan her gerçek kırıntısının peşinden gitmeli. İşçi sınıfının ve emekçi halkın bağımsız bir siyasal odağı kurulmalı, iktidarıyla muhalefetiyle bu düzenin pisliğine bulanmış siyasete bel bağlamadan tuğlayı çekmek ve duvarı yıkmak için bağımsız bir mücadele yürütülmeli.

    • 7 min
    Levent Dölek: Tasarruf tuzağına dikkat! Türkiye’yi tasarruf modundan çıkarmalı devrimci bir moda sokmalıyız!

    Levent Dölek: Tasarruf tuzağına dikkat! Türkiye’yi tasarruf modundan çıkarmalı devrimci bir moda sokmalıyız!

    Mehmet Şimşek’in kamuda tasarruf paketi halka güven vermiyor. Kamuya memur alımları fiilen durdurulurken, emeklinin beklediği zam bir türlü yapılmazken, TRT’ye yerleştirilmiş Hilal Kaplanlara 2,5 milyon lira huzur hakkı verildiği duyulunca ya da kamuda yeni bina kiralanmaması kararı açıklandıktan sonra Çevre Bakanlığının Limak’ın Ankara’ya diktiği bir binaya 15 milyon lira kirayla yerleştiği ortaya çıkınca, Diyanet İşleri Başkanı Audi A8 marka lüks arabasını ancak tepkiler sonrasında iade edince ama Diyanet’in 91 milyar liralık 6 bakanlığı sollayıp geçen dev bütçesi durduğu yerde dururken, Beştepe’nin günlük harcamasının 33,6 milyon lira olduğu biliniyorken, halen yollarda bürokratlar lüks araç konvoyları ve koruma ordularıyla gezmeye devam ettikçe bu halk bu devlete nasıl güven duyabilir ki?

    Nereden baksanız elinizde kalıyor. Nereden baksanız tutarsızlıklarla dolu. Tasarruf paketinin amacı tasarruf etmek değil ülkeyi ve halkı psikolojik olarak tasarruf moduna sokmak. Eğer yukarıda saydığımız türden tutarsızlıklardan dem vurup, böyle tasarruf olmaz esas şunları kısın, bunları satın demeye başlarsanız tuzağa düştünüz demektir. Vatandaştan önce devlet kemer sıksın dediğiniz anda tuzağın içindesiniz demektir. Sabah akşam bu tür bir muhalefet yapan Halk TV’ler Sözcüler vs. ve AKP’nin sözde yerel seçim yenilgisinden ders çıkarmış medya elemanları el birliği ile halkı bu tuzağa çekmektedir.

    Neden mi? İzah edelim. Örneğin kamu yönetimindeki yandaşlara verilen huzur haklarını yarın kaldırsalar yapacakları tasarruf 2,65 trilyonluk bütçe açığı içinde sinek vızıltısıdır. Erdoğan yarın Beştepe’yi kapatıp Çankaya’ya taşınsa bile birkaç milyar liralık tasarruftan bahsedebileceğiz sadece. Hadi onu yapmayacağını biliyoruz da. Diyelim ki külliye ilk inşa edilirken planlandığı gibi bakanlıklar kiradan çıkıp buraya yerleşse yine hatırı sayılır bir tasarruf yapılır ama 2,65 trilyon içinde yine devede kulak kalır. Dolayısıyla Erdoğan ve Maliye nazırı olarak atadığı İngiliz Mehmet’in bütçedeki kara deliği kapatmak için bu tasarruf paketine bel bağlamadığı ortada. Onlar Türkiye’yi tasarruf moduna sokarak ve tasarruf adı altında meseleyi düzen muhalefetinin de katkısıyla israf ve lüks tartışmasına sıkıştırarak esas büyük gerçeği gizliyorlar. O gerçek 2024 bütçesindeki 1,25 trilyonluk faiz harcamasıdır. Kara delik faiz harcamalarıdır.

    İngiliz Mehmet’in Orta Vadeli Programı’nda kamu harcamaları içinde gayri safi yurt içi hasılaya oranının önümüzdeki 3 yıl içinde artması öngörülen tek kalemi faiz harcamalarıdır. Onun dışındaki tüm harcama kalemlerinde kamu emekçilerinin maaşlarının yer aldığı cari harcamalar, sosyal güvenlik kurumuna yapılan harcamaların ve sosyal yardımların içinde bulunduğu transfer harcamaları ve nihayet yatırım harcamalarının hepsinin göreli olarak azalması öngörülmektedir. Faiz harcamaları ise bu yıl 1,25 trilyon 2025’te 1,8 trilyon 2026’da 2,3 trilyona çıkacak, bu süreçte faiz harcamalarının milli gelire oranı da yüzde 2’lerden gelip yüzde 4’lere dayanmış olacak. Emperyalist ve yerli tefeciler devletin şah damarına vampir gibi dişlerini geçirmiştir ve milletin kanını emmektedir.

    Huzur hakkını, sarayın elektriklerini falan geçin memleket elden gidiyor, bir milletin geleceği ipotek altına alınıyor uyanın! Palavradan tasarruf paketleri değil dış borcun reddi ve emperyalizmin finansal boyunduruğuna karşı bir emekçi halk seferberliği gerek! Modern tefeci bankalar doymaz! Doyurulamaz! Bankalar işçi denetiminde kamulaştırılmalı! Tek bir devlet bankası eliyle merkezi planlama! Türkiye Varlık Fonu’nun derhal lağvedilmesi özelleştirmelerin durdurulması ve Tüpraş’tan, Petkim’den Telekom

    • 7 min
    Ertuğrul Oruç: Sağlık sistemini değiştirmek için örgütlü mücadeleye

    Ertuğrul Oruç: Sağlık sistemini değiştirmek için örgütlü mücadeleye

    Son dönemde sağlık alanında yaşanan en büyük problemlerden biri, hastaların kamu hastanelerinde doktor randevusu bulamamasıydı. Bu sorun, AKP iktidarının yirmi yıldan fazla süredir sağlığı özelleştirmek ve piyasalaştırmak için uyguladığı “Sağlıkta Dönüşüm Programı”nın (SDP) yarattığı bir sonuç. Dolayısıyla çözüm, SDP’nin geri püskürtülerek, kamu eliyle verilecek bir sağlık sistemini inşa etmekten geçiyor.

    Sağlık Bakanı geçtiğimiz ay randevu meselesine el attı. Atmasa daha iyiydi. Bulduğu çözüm günlük randevu sayısını arttırmak, yani her bir hastaya ayrılan muayene süresini kısaltmak oldu. Zaten kısa olan muayene süresini ortalama 1-2 dakikaya indirdi. Böylece doktorlar çok daha yoğun çalışmak zorunda kalacak ve hastalara nitelikli bir sağlık hizmeti de sunamamış olacak. Doktorun emeği değersizleşirken, halkın sağlık hakkı da gasbedilecek.

    Öncelikle şunu sormamız gerekiyor: Neden nüfusu 85 milyon olan bir ülkede, yıllık neredeyse 1 milyar poliklinik başvurusu oluyor? Bunu biz soruyoruz da, o ülkenin sağlıktan sorumlu en üst yetkili kişisi Sağlık Bakanı sormuyor sanırız. Sağlıkçı olmayan birine bile bu sayıları söylesek, çok yüksek ihtimalle şaşıracak ve muhtemelen ülkede bir sağlık felaketi yaşandığını düşünecekti. Bu sayılara başka türlü mantıklı bir izah bulmak oldukça güç.

    Türkiye toplumunun evinden sonra ikinci adresi olduğunu anladığımız sağlık merkezlerine bu kadar fazla başvuru oluyor da Türkiye toplumu daha mı sağlıklı oluyor? Hayır tabii ki. Kronik hasta sayımız yıldan yıla artış gösteriyor. Diğer sağlık göstergelerinde de olumlu bir sıçrama yapmış değiliz.

    Kamu hastanelerinde yaşanan randevu sorunu dâhil her bir sorunun arkasında her geçen gün daha fazla özelleşen sağlık alanı var. İyi işleyen bir kamu sağlık sistemini, özel sağlık sermayesi istemiyor. Kamuda iyi hizmet alacağını bilen hasta niye yüksek ücretler ödeyeceği özel hastanelere gitsin? Ayrıca kamu, harcama kalemlerini piyasadan sağlıyor. Hiçbiri kamu eliyle üretilmiyor. Çok başvuru, çok harcama demek. Bu da sağlık piyasasına daha fazla kamudan para akması demek oluyor. Bunu biz görüyoruz da Sağlık Bakanlığı görmüyor mu? Görüyor tabii. Sağlık Bakanlığı özel sağlık sermayesine “yürü ya kulum” derken kamuda ise doktorlara ne kadar fazla tetkik ister ne kadar fazla hasta bakarsa ek prim vadediyor. “Sağlık piyasasına kazandırdığın ölçüde sana para veririm” mesajı vermiş oluyor.

    Bir ülkenin sağlık alanında gurur duyacağı şey, ne kadar çok hastaya baktığı değil ne kadar fazla hastalığı önlediği olmalı. İnsanların yaşadığı ve çalıştığı ortamda potansiyel hastalık risklerine karşı önceden önlem alarak mümkün olan en az şekilde hasta olacağı bir sistemi kurmak marifet. Ama bunun yolu sağlığı piyasalaştırmaktan ve özelleştirmekten geçmiyor. Kamu eliyle planlanmış, ücretsiz ve nitelikli şekilde verilen bir sağlık sistemini inşa etmekten geçiyor.

    Geçen ay İstanbul Tabip Odası (İTO) seçimlerini Demokratik Katılım Grubu (DKG) kazandı. Doktorların hak mücadelesini; eşit, ulaşılabilir, nitelikli, ücretsiz, kamu eliyle verilen bir sağlık sistemi için mücadele ile beraber yürüten DKG’nin yeniden yönetime seçilmesi, önümüzdeki dönemde iktidarın Sağlıkta Dönüşüm Programı (SDP) kapsamında yürüteceği, doktorların ve sağlık emekçilerin kazanılmış haklarına, halkın sağlık hakkına saldırmak için uygulamaya koyacağı düzenlemeleri püskürtmek için iyi bir fırsat sunuyor. Sağlık Bakanlığı’nın ilk kez Göztepe Şehir Hastanesi’nde denediği, muayene süresini ortalama 2 dakikaya çektiği uygulamayı, İTO’nun, sağlık emekçilerinin yüksek katılımıyla hastanede gerçekleştirdiği eylemle boşa

    • 4 min
    Sungur Savran: Tırmanma ve tıkanma

    Sungur Savran: Tırmanma ve tıkanma

    DİSK Birleşik Metal-İş sendikası son günlerde çok önemli bir adım attı. Bu adım, ilk başta sınıf mücadelesiyle ilgili gibi durmuyor. Esas olarak uluslararası politikayla ilgili. Ama sınıf mücadelesinin kalbine değiyor. Görelim.

    Günümüz dünya politikasının ana hattını iki büyük savaş belirliyor: Ukrayna ve Gazze savaşları. Son günlerde her iki savaşın gidişatında da politik ve diplomatik düzeyde önemli gelişmeler oldu. Bu iki gelişmenin ardı ardına gelmesi çok manalı. Bu yeni gelişmeleri karşılaştırarak çok önemli bir sonuca ulaşabiliriz.

    Ukrayna meselesinde çok çarpıcı bir gelişme yaşanıyor: Avrupa ülkelerinin bir bölümü, en başta Fransa’nın “liberal” devlet başkanı Macron, önce Ukrayna’ya asker yollanacağını ima etti, ardından Ukrayna’ya verilen silahların artık Rusya sınırları içindeki hedeflere karşı da kullanılabileceğini.

    Bugüne kadar Ukrayna Rusya içinde ve kara sularında birçok hedefi vurmuş, hatta Moskova semalarına (etkisizleştirilen) dronlar yollamıştı. Ama bunların her birini tekzip etti. Savaşın Rusya topraklarına taşmasını istemeyen NATO emperyalistleri, bunları sessizce görmezlikten geldi. Şimdi Amerika ve Almanya karşı iken Fransa, bu savaş konusunda en şahinlerden olan İngiltere ile birlikte artık Rusya’ya saldırılmasına evet diyordu. Sonra bu büyük emperyalist güçlerin hepsi, anlaşılan önceden kararlaştırılan bir mizansenle, aynı çizgiye geldiler: Silahlar Rusya topraklarını hedef alabilecekti.

    Bu müthiş önemli bir gelişmedir. Ukrayna savaşında büyük bir tırmanma yaşanıyor. NATO kendi savaşına sahip çıkıyor ve Rusya’ya karşı Ukrayna aracılığıyla yürüttüğü vekâlet savaşında bahsi yükseltiyor. Bütün dünyanın işçi ve emekçileri, savaşın en büyük zararını görecek olan gençliği ve bilinçli kadınları emperyalizmin bu atağına dikkat kesilmelidir.

    Gazze’de ise emperyalist-Siyonist kampta tırmanma değil tıkanma yaşanıyor. Baş Siyonist Biden bile artık Filistin halkına uygulanan soykırımı savunamıyor. Son günlerde yepyeni bir ateşkes önerisini benimsedi, Hamas da olumlu yaklaştı. Ukrayna’da yangına benzinle giden emperyalizm Gazze’de neden geri çekilmeye yatkın? Çünkü dünya çapında ama en çok Amerika’da en başta gençlik, ama aynı zamanda seçimlerin hemen öncesinde Biden’ın Demokrat Parti’sinin sol kanadı ve işçi hareketi soykırımı kabul etmiyor. Amerikan halkı Biden’ı sıkıştırıyor, Biden Netanyahu’yu!

    Neden bu fark? Neden Ukrayna’da tırmanma, Gazze’de tıkanma? Bu karşıtlık, bizim Devrimci İşçi Partisi olarak savaşın başından beri ana tezimizi pratikte kanıtlıyor. Biz, başından beri, her iki savaşın suçlusunun da emperyalizm ve onun askerî aygıtı NATO olduğunu vurguluyoruz. Bu yüzden, Rusya’nın gerici Putin yönetimine ve ezilen Filistin halkının önderliğini şimdilik üstlenmiş olan Hamas’ın politik-ideolojik programının son derecede zararlı boyutlar taşımasına rağmen, emperyalizmin yenilgisini savunuyoruz. Ama hep vurguluyoruz: Bu savaşların en önemli yanı yeni bir dünya savaşı ve barbarlık tehlikesini doğurmasıdır. Bu tehdit ise ne Putin ne Hamas tipi önderliklerle giderilebilir. Dünya halklarının ayağa kalkmasıyla, isyanıyla, devrimle son verilebilir tehlikeye. İşte şimdi Gazze konusunda yaşanan büyük halk hareketi, gençliğin, sosyalistlerin, işçi sınıfının mücadeleye girmiş olması tam da bunun bir ön biçimlenmesidir.

    Halk ayağa kalkınca emperyalizm sendeliyor. Ama emperyalizmin tam yenilgisi ancak dünya işçi sınıfı örgütlü biçimde mücadeleye girerse kazanılacaktır. Bu bakımdan, Birleşik Metal-İş sendikasının son aldığı karar, Filistin halkının yaşadığı felakete karşı tepkiye her işçi eyleminde yer verme kararı, çok doğru yönde bir kar

    • 4 min
    Armağan Tulun: İktidarın saldırı programını 15-16 Haziran’ın yolundan giderek püskürtürüz

    Armağan Tulun: İktidarın saldırı programını 15-16 Haziran’ın yolundan giderek püskürtürüz

    15-16 Haziran 1970, Türkiye işçi sınıfı hareketinin doruk noktası olarak tarihe geçti. Sendikal özgürlükleri sınırlandırmak ve esas olarak DİSK’i ortadan kaldırmak amacıyla meclise getirilen bir yasaya karşı işçi sınıfı, haklarını savunmak için ayağa kalktı, savunmanın ötesine geçen ve çok daha ileriye atılma potansiyeli taşıyan bir ayaklanmaya da imza attı. Türkiye’de sınıf hareketinin o güne kadar gerçekleştirdiği en büyük ve bugüne kadar da aşılmamış eylemiydi 15-16 Haziran!

    O dönem iktidarda olan Demirel’in Adalet Partisi (AP) hükümetinin çalışma bakanının deyimiyle “DİSK’in çanına ot tıkamak” istemelerinin nedeni neydi? 1960’lı yılların başından itibaren işçi sınıfı giderek artan bir güç ve özgüvenle, grevler, direnişler, fabrika işgalleri gerçekleştiriyordu. Grev hakkını grev yaparak işçi sınıfına armağan eden Kavel grevinin ardından çorap söküğü gibi gelen, birçok fabrikaya yayılan grevlerin; Derby, Singer, Gamak, Sungurlar, Demirdöküm gibi fabrikaları saran işgal dalgasının ortasında, 1967’de devletten ve sermayeden bağımsız bir sendikal odak haline gelerek kurulmuştu DİSK. Uzlaşmacı bir sendikal anlayışın karşısında, sınıf mücadelesinin yöntemlerine sahip çıkıyordu. İşte bu nedenle patronlar DİSK’i bitirmek, patronların siyasi temsilcileri de DİSK’in çanına ot tıkamak istiyordu. Bu amaçla bir yasa tasarısı hazırlandı. Tasarıya göre bir sendika, ilgili işkolundaki işçilerin üçte birini, bağlı bulunduğu konfederasyon da toplam sendikalı işçilerin üçte birini örgütlemediği sürece faaliyette bulunamazdı. Bunun anlamı DİSK’e bağlı sendikaların, bağımsız sendikaların işlevsiz hale getirilmesiydi.

    Yasa sonradan, Senato’da da kabul edildikten sonra, Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edildi dedik. Kavel işçisi, ortada bir grev yasası yokken, bu anlamıyla yasadışı bir greve çıkarak grev yasasını yazdırmıştır. 15-16 Haziran’da fabrikalarından çıkıp İstanbul’un kalbine yürüyen işçiler de, meclisten geçen işçi düşmanı bir yasayı, ayaklarının altına almış ve yırtıp atmayı başarmıştır. Kavel grevi, haklarımızı yasalara yazdırmanın, 15-16 Haziran da haklarımızı gasp eden saldırı yasalarını püskürtmenin, şaltere uzanan ellerin, kol kola atılan adımların, sıkılı yumrukların eseri olacağını göstermiştir.

    15-16 Haziran’da sermaye ve AP’siyle CHP’siyle düzen partileri DİSK’in çanına ot tıkamak için birleşmişti. Bugün de normalleşme laflarıyla süslenen bir ortamda Orta Vadeli Program ve Mehmet Şimşek ekonomisi arkasında sermaye ve düzen partileri işçi sınıfının ve emekçi halkın canına okumak için birleşmiş durumdalar. 15-16 Haziran’da İstanbul’a doğru yürürken otobanlarda, barikatlarda, tankların tepesinde DİSK’li işçiler, bu yasa bize dokunmuyor demeden onlara katılan Türk-İş’li işçilerle bir araya geldi. 15-16 Haziran’da işçiler düzen siyasetinin herhangi bir rengine değil, sınıfın gücüne güvendiği için kazandı. Bugün de haklarımızı korumanın, krizin faturasını patronlara ödetmenin, ekmeğimize, hürriyetimize sahip çıkmanın yolu, sınıf işbirlikçi sosyal diyalog çizgisini reddetmekten ve işgal, grev, direniş parolası ile 15-16 Haziran’ın izinden yürümekten geçiyor!

    • 5 min
    Başyazı: Emekçi halkın biriken öfkesi ayrı gayrı demeden birleşmeli ve örgütlenmeli! (Haziran 2024)

    Başyazı: Emekçi halkın biriken öfkesi ayrı gayrı demeden birleşmeli ve örgütlenmeli! (Haziran 2024)

    Enflasyonu işçi emekçiyi yoksullaştırarak düşürmek için iş başına getirilen İngiliz Mehmet Haziran ayı itibarıyla enflasyonu yüzde 75’e çıkardı. Üstelik bu TÜİK’in resmî rakamı. ENAG’a göre enflasyon yüzde 120. Çarşıda, pazarda, marketteki enflasyonu bu rakamlardan hangisinin daha fazla yansıttığı ortada. Ama işçi ücretlerine ve memur maaşlarına zamlar TÜİK’in rakamına göre yapılıyor. Her zamda gerçek ve resmî enflasyon arasındaki fark kadar işçinin emekçinin alın terinden çalınıyor. Temmuz’da asgari ücrete zam da yapılmayacak. Memurun zammı, AKP’nin yandaşı olan sendikayla bir olup toplu sözleşmeye el çabukluğuyla soktuğu madde yüzünden resmî enflasyonun da altında kalacak. İngiliz Mehmet “en kötüsünü gördük bundan sonra enflasyon düşecek” diyor. Ama bu ilk etapta baz etkisi dolayısıyla olacak. Enflasyonu gerçekten azaltmak için uygulamaya koydukları program ise işçinin emekçinin ücretini aşağı doğru baskılamaya dayanıyor. Esas saldırı ise daha gelmedi. Orta Vadeli Program’da kıdem tazminatı hakkının gasbedilmesini, sosyal güvenlik sisteminin toptan tasfiyesini, esnek ve kuralsız sömürü biçimlerinin yaygınlaştırılmasını öngören ve “yapısal reform” adı altında paketlenen büyük bir saldırı dalgası sırada bekliyor.

    Bu büyük saldırıya karşı AKP’yi ya da Erdoğan’ı ikna etmeyi hayal etmek boşuna. İktidar cephesinde arada sırada çatlak ses çıkartır gibi olan Devlet Bahçeli de İngiliz Mehmet’e sahip çıkıyor. AKP ile MHP son dönemde kendi aralarında epey kavga ediyorlar, karakolluk olmalarına az kaldı ama sermayenin çıkarları söz konusu olunca aralarından su sızmıyor. CHP Genel Başkanı Özgür Özel ise “Erdoğan da istemez miydi emekliye para vermek ama yapamıyor” gibi akla ziyan ifadelerle majestelerinin muhalefeti rolünü iyice benimsemiş durumda. Oysa Erdoğan ve Bahçeli değil miydi son seçimde hezimete uğrayan? Halktan güvensizlik oyu alan bu iktidarın emekçi halka bu kadar fütursuzca saldırabilmesinin sebebi; son seçimin galibi gibi gözüken CHP’nin 4 yıl seçim yok diyerek, ekonomiyi düzeltmeye odaklanalım diyerek Erdoğan’a istediği krediyi vermesidir. Seçimden sonra “hezimet de zafer de bizim değil” diyerek işte bunu anlatmak istiyorduk.

    İşçi sınıfının öncü ve mücadeleci bölükleri ise iktidardan zam istemenin, düzen siyasetinin diğer suç ortaklarından iktidarı ikna etmesi için medet ummanın dışında gerçekçi bir yol gösteriyor. Elimiz kolumuz bağlı değil. Türkiye’nin fabrikaları ve işyerleri “bize ne verecekler” diye beklemeyen “hak verilmez alınır” diyerek harekete geçen işçilerin direnişleriyle, grevleriyle çalkalanıyor. Gebze’de Mersen, İzmir’de Purmo ve Lezita, Çankırı’da Sumitomo grevleri devam ediyor. Gebze’de Novares, İzmit’te Tekno Kauçuk grevleri sırada bekliyor. İstanbul’da Perfetti işçileri, Türkiye’nin dört bir yanında Tüvtürk işçileri ve daha nice işyerinde işçiler örgütlenerek ve birleşerek “hak verilmez alınır” diyor. Çiftçiler de kıpırdanmaya başladı. Denizli Çal’da sulamaya yüzde 300’lük zam gelince köylü 100 traktörle yol kesti. Örgütsüz olan eziliyor, örgütlü olan onurlu bir yolda hem hakkı için hem gelecek kuşaklara daha iyi bir toplum bırakmak için mücadeleye atılıyor.

    Görmek isteyen gözler için her şey açık. Türküyle Kürdüyle, Alevisiyle Sünnisiyle işçi sınıfının, emekçilerin, yoksul köylülerin büyük bir sınıf saldırısı karşısında birleşmesi gereken bir dönemde yine toplumun ezici çoğunluğunu oluşturan işçi, emekçi ve yoksul halkı bin parçaya bölmek için çalışıyorlar. Demek ki yapılması gereken de açık. Çağrımız ayaklarımızı fabrikalara ve işyerlerine basarak, gücümüzü işçi sınıfından ve ezilen halkla

    • 6 min

Top podcasts en Noticias

Tan/GenteGT
Tangente Podcast
Por Favor No Se Enoje
Por Favor No Se Enoje
El hilo
Radio Ambulante Estudios
The Tucker Carlson Show
Tucker Carlson Network
The Daily
The New York Times
de Klimaatkwestie
Trouw