![](/assets/artwork/1x1-42817eea7ade52607a760cbee00d1495.gif)
500 episodes
![](/assets/artwork/1x1-42817eea7ade52607a760cbee00d1495.gif)
Yeni Şafak Yazarlar Yeni Şafak
-
- News
Sosyal medyanın en güçlü haber mecrası Yeni Şafak.
Yeni Şafak Gazetesi olarak yayın hayatına başladığımız ilk günden itibaren ülkemizde demokrasinin tüm kurumları ile yerleşmesi, milli irade ve değerlerimizin hâkim olması için tüm gücümüzle çalıştık. Bu ülkenin geleceğinin derin sularda boğulup gitmemesi için çaba sarf ettik. Fırtınalı günlerde sığınılacak bir liman olduk. Bugüne kadar ülkemize yapmış olduğumuz katkıyı bundan sonra da okurlarımızın desteği ile sürdürmeye devam edeceğiz. Her gün Yeni Şafak’la yeni bir umut olacak.
-
YUSUF KAPLAN - Kültürel inkâr'dan kültürel intihar'a…
Çok tehlikeli bir süreçten geçiyoruz… Ülkenin çocukları İslâm'ı terkediyor hızla.
Dünyanın çocukları, Gazze'deki destansı direnişten ötürü İslâm'a hayran kalarak İslâm'a
yönelirken, Harvard'ın, Chicago'nun, Colombia Üniversitesi'nin çocukları İslâm'a yönelirken,
bin yıl İslâm'ın bayraktarlığını yapan, dünyaya adaletin, merhametin ve bir arada yaşamanın
ne demek olduğunu öğreten aziz bir medeniyetin çocukları, bu toprakların çocukları İslâm'ı
terk ediyor hızla ürpertici bir şekilde…
ÇAĞI DA, KENDİSİNİ DE TANIYAMAYAN, MANKURTLAŞAN BİR TOPLUM
Bir toplumu ayakta tutan, geleceğe umutla bakmasını sağlayan, geleceğini kuran olmazsa
olmaz dinamikler vardır: Müşterek inançları, değerleri, tarihi, dili, medeniyet tecrübesi,
aidiyet biçimleri, müşterek hedefleri, hayalleri, idealleri ve gelecek tasavvurları gibi.
Bunları bir toplumun olmazsa olmaz, vazgeçilmez asgarî müşterekleri olarak tarif ediyoruz.
“Din”, dil, kültür, tarih ve ortak gelecek tasavvuru ve ideali yok olmaya başlayan toplumlar,
kendilerini de, içinde yaşadıkları çağı da anlayabilecek, analiz edebilecek, kritik edebilecek,
yüzleşebilecek gerekli entelektüel donanımdan da, özgüvenden de yoksun olacakları için
zamanla birbirlerine düşmekten, boşluğa sürüklenmekten ve kaçınılmaz olarak yok olmaktan,
tarihten sürülmekten kurtulamazlar.
BEN VE “ÖTEKİ”: İSLÂM VE BATI
Türkiye'de sekülerizmin ne olduğu, nasıl doğduğu, dünyayı nereye sürüklediği ve
Türkiye'deki algılanışı, tezahürleri, uygulanışı konusunda en çok yazan yazarlardan biriyim.
Yeni Şafak 1994 yılında yayın hayatına atıldığı günden bu yana Londra'dan, yerinden,
sekülerizmin her bakımdan en güçlü ve ilginç uygulamasının yapıldığı bir yerden bizzat
yaşayarak, görerek, soluyarak yazdığım yazılar dâhil, yazı ve fikir hayatımın yoğunlaştığı iki
temel ekseninden biri genelde çağdaş dünya ve felsefî temellerinin arkeoloji / kazı ve
jeneoloji / soykütüğü çalışması yapılarak görünür görünmez bütün yönleriyle anlaşılması,
özelde ise çağdaş dünyanın en başta gelen kurucu temelini oluşturan sekülerizm sorunu'ydu.
İkinci eksen ise, İslâm dünyasının hâl-i pür melâli ve buraya nasıl geldiği, bu çıkmaz sokağa,
tarihte yaşadığımız bu ikinci büyük medeniyet krizinin eşiğine nasıl sürüklendiği ve bu
krizden nasıl çıkabileceği meselesiydi.
Özlü bir ifadeyle, çağ ve kendi'miz meselesiydi üzerinde derinlemesine kafa yorduğum iki
temel varoluşsal meselem.
İSLÂM'LA DA BATI'YLA İLİŞKİMİZ SIĞ, SAHTE VE YÜZEYSEL -
YASİN AKTAY - Aşırı sağın yükselişi Avrupa Birliği’nin sonunu mu getiriyor?
İçinde bulunduğumuz dünya her geçen gün ivmesi artan bir kaotik duruma doğru hızla
ilerliyor gibi. Uzun yıllar dünyanın kaos ve kriz bölgeleri Ortadoğu’ya mahsus gibiydi. Rusya-
Ukrayna Savaşı şimdiye kadar bütün sorunları dışarıda karşılayan ve birbirleriyle
savaştığında bile savaş sahası olarak Ortadoğu’yu seçen Batı Dünyası için unutmaya yüz
tutmuş olduğu savaş gerçeğini tekrar evinin içinde hissetmesini sağladı. Rusya’nın bu savaş
dolayısıyla aradığı ittifaklar içinde zaten bir tehdit olarak algılanmakta olan Çin ve şimdi
Kuzey Kore ile yaptığı ittifaklar Avrupa’nın 2. Dünya Savaşı’ndan itibaren büyük bir itinayla
kurmakta olduğu Birlik içinde güç, güvenlik ve refah dünyasının ciddi bir tehdit algılamasına
yol açmış durumda.
AB’ne yönelik ciddi hoşnutsuzluklar oluyordu zaten üye ülkelerin her birinde. Her ekonomik
krizin, yaşanan her sorunun faili olarak ilk olağan şüpheli AB süreci olarak işaretleniyordu
hemen. Aşırı sağ partiler bu amaçla yaşanan her krizi bir fırsata çevirmekten hiç geri
durmuyorlardı. Ancak bu tehdidin bütün Avrupa’da bu ölçekte paylaşılan bir algıya
dönüşmesi sözkonusu olmuyordu. Çünkü bir yandan da Birlik sürecinin Avrupa halklarına
sunduğu ekonomik avantajlar, sorumluluğu AB sürecine yüklenen olumsuzluklardan çok
daha fazla hissediliyordu.
Ancak COVID 19 salgınıyla başlayan ve Rusya-Ukrayna savaşının sonuçlarıyla devam eden
ekonomik kriz beklenebileceği gibi iktidarlara yönelik ciddi hoşnutsuzluklar oluşturmaya
başladı. Üstüne bir de İsrail’in Gazze halkına yönelik soykırımcı savaşında hükümetlerin
İsrail’i destekleyen tutumlarına karşı gelişen protestolar da eklenince Avrupa Parlamentosu
Seçimlerinde aşırı sağ oylarda bir patlama yaşanması büyük bir sürpriz olmamıştır.
6-9 Haziran’da AB üyesi 27 ülkede 720 sandalyeyi Avrupa Parlamentosu’nun yeni üyelerini
belirlemek için gerçekleşen seçimlerde ilk dikkate değer şey yüzde katılımın yüzde 48
seviyesinde kalması, yani önceki seçimde yüzde 54,5 olarak kaydedilen katılıma nazaran
yüzde 6,5’lik bir azalmayla gerçekleşmiş olması.
Bu katılım düzeyi elbette aşırı sağın yükselişinin tamamını karşılayabilecek bir rakam değil,
ama muhtemelen iktidardaki sol veya merkez sağ partilere yönelik hoşnutsuzlukların başka
türlü bir ifade biçimi olarak görülebilir. Neticede sandığa gitmeyenlerin oyları da sayılıyor ve
bir etkide bulunuyor bu sistemde.
Bütün Avrupa’da bir büyük dalga olarak yaşanan aşırı sağın bu yükselişine karşı ilk cevap
Fransa'dan geldi. Fransa Cumhurbaşkanı, Ulusal Meclisi feshederek önümüzdeki ay
yaşanacak bir erken genel seçimin önünü açmış oldu. Bu adımları başka ülkelerdeki adımların
da izlemesi kaçınılmaz gibi. Ama Sarkozy’nin aldığı bu kararla bir bakıma aşırı sağın
yükselişine karşı bir güven tazeleme fırsatı bulup belki bu dalgayı tersine çevirebileceği
yönünde bir beklentisi olduğu da söylenebilir. Ancak bu tür meydan okumaların tam tersi
sonucu doğurmaları, hele yükselen sağın bütün Avrupa’da yakalamış olduğu bu rüzgâra karşı
kazanma şansı neredeyse yok gibi.
İkinci bir husus yine iktidardaki -
TURGAY YERLİKAYA - CHP ve bitmeyen değişim tartışması
14 ve 28 Mayıs seçimlerinin ardından ortaya çıkan tablo, özellikle Millet ittifakını
oluşturan bileşenler açısından ciddi bir hayal kırıklığı yarattı. Seçimlerin
öncesinde bir masa etrafında konsolide olan partilerin hedeflerini
gerçekleştirememiş olması bir muhasebeyi de beraberinde getirdi. Özellikle
ittifakın kurucu unsuru olan CHP’de bu muhasebe bir kurultay süreci ve
sonrasında genel başkanlığın değişimi ile sonuçlandı. Söz konusu değişimin
sadece aktörel düzeyde kaldığı ve CHP’nin siyaset yapma biçiminde ya da
ideolojik kodlarında bir değişim olmadığı da sıklıkla vurgulandı.
31 Mart seçimlerindeki sonuçlarla birlikte CHP’nin en önemli
tartışmalarından birisi yine değişim üzerine. Değişim kelimesinin sadece
literal boyutta kalmaması adına politik bir yenilenmenin de hedeflendiği
partiyi önemli meydan okumalar beklemektedir. Nitekim seçim sonrasında
siyasette yumuşama ya da normalleşme tartışmalarının bir tarafı olan CHP
içerisinden veya CHP’ye politik olarak yakınlık hisseden bazı kesimlerde partinin
müzakere ettiği AK Parti ve Cumhurbaşkanı Erdoğan mücadele edilmesi gereken
bir aktör olarak görülmektedir.
Müzakere mi Mücadele mi? -
SÜLEYMAN SEYFİ ÖĞÜN - İyimserler ve kötümserler
Bir kaç zamandır zihnimde bir soru dolaşıyor. Târihçiler kategorik olarak veyâ
kâhir ekseriyetiyle kötümser midir? Eğer öyleyse ve târih, beylik bir târif icâbı
geçmişin bilgilerini oluşturan bir entelektüel faaliyet ise , târihçiyi
kötümserliğini geçmişin bilgisi üzerinden devşiren birisi olarak görmek
yadırgatıcı sayılmamalıdır.
Evvelâ, târihi geçmiş ile sınırlandırmayı kabûl etmediğimi ortaya
koymalıyım. Kuşlar için aerodinamik, balıklar için hidrodinamik ne kadar
kuşatıcı ise, insan için de târihin aşağı yukarı aynı karşılığa sâhip
olduğunu düşünürüm. Bu da herşeyin nihâyetinde târihsel olduğunu kavratan
bir bakış sağlar. Hâsılı târih düzçizgisel bakışın öngördüğünün aksine
geçmiş, bugün ve kısmen ve öngörebildiğimiz kadarıyla geleceği
topyekûn içerir. Ona , statik ve dinamik bir birikim olarak bakmanın daha
tutarlı olduğunu düşünürüm. O hâlde târih hiçbir şekilde geçmişe ircâ
edilemez. Târihçiliklerin geçmişin pratik ve tecrübelerini merkeze koyması,
onların günceldeki karşılığını bulmak; ezcümle, kırılma ve devamlılıkların
kavranmasını sağlamak adına yapılıyorsa mânâlı olur. (Bunun tersi; yâni
güncelden geçmişe gitmek de pekâlâ mümkündür). Daha özlü olarak ifâde
edecek olursak, geçmişin bilgisi günceli ve kısmen de geleceği aydınlatmak
içindir. -
SELÇUK TÜRKYILMAZ - İsrail bumerang gibi bir şeydir
Hollanda’da milliyetçi düşüncenin temsilcilerinden Geert Wilders’i İsrail
Cumhurbaşkanı Herzog ile el sıkışırken gösteren fotoğraf çoğunluğun malumudur. 7 Ekim
öncesi bu fotoğraf çoğu kimseye şaşırtıcı gelebilirdi. Yirminci yüzyılın ikinci yarısında
biçimlenen algıya göre Avrupa’da milliyetçi hareketlerin Yahudilerle bir sorunu vardı ve bu
sorun İsrail’in kurulmasını zorunlu hâle getirmişti. Almanlar ve diğer Avrupalı milliyetçilerin
Yahudilere yönelik faaliyetleri mağduriyete yol açmış ve bu çerçevede küresel bir tasarım
ortaya çıkmıştı. Bu küresel tasarım Siyonizm ve İsrail’di. Bu bakımdan Geert Wilders ile
Herzog’un samimi pozları şaşırtıcıydı.
AB Parlamentosu seçimlerinden sonra milliyetçi partiler yükselişe geçtiğinde İsrail
Başbakanı Netanyahu’nun da Herzog gibi sevincini gizleyemediği anlaşıldı. Garip ve
anlaşılmaz bir durumdu. Ortaya çıkan tuhaflığın izaha muhtaç olduğu çok açıktı. Çünkü İkinci
Dünya Savaşı’ndan sonra Anglosaksonların en önemli propaganda merkezi olan Hollywood,
başta Alman milliyetçileri olmak üzere Avrupa merkezli Yahudi karşıtlarının yol açtığı
mağduriyetleri bütün dünyaya anlatan onlarca filmi gösterime sokmuştu. Ama şimdi İsrail’i
yöneten Siyonistler yükselişe geçen milliyetçilerle teşrik-i mesai içinde olmak için can
atıyordu.
İsrailli Siyonistlerin Avrupa’da milliyetçilere oldukça yakın durmasını yine Avrupa’da
yükselişe geçen yabancı ve Müslüman düşmanlığı ortak paydası ile izah edenler olabilir.
Buradan hareketle Siyonistlerin ve Avrupa’da farklı milliyetçiliklerin ortak paydada
buluşmalarında şaşkınlığa sebep olacak bir durum olmadığı söylenebilir. Hatta çoğu yerde
yabancı düşmanlığının Siyonist propaganda mekanizması tarafından yönlendirildiği de iddia
edilebilir. Kuşkusuz bu yanlış bir düşünce de değil. Zira farklı milliyetçiliklerin ABD
politikalarına uygunluğu dahi konuşulmaktadır. Ukrayna gibi Doğu-Batı hattının iki önemli
savaş alanında Rusya düşmanlığının Avrupa milliyetçilikleri ile uyum içinde olması
Anglosaksonlara çok değerli bir manevra kabiliyeti kazandırmaktadır. Fakat burada göz ardı
edilen bir hakikati ortaya koymak gerekiyor. Zira diğer hususlar Siyonistlerin Avrupa’da
yükselişe geçen milliyetçi hareketlere sempati duymalarını tam olarak açıklamıyor. -
GÖKHAN ÖZCAN - İkna ile iman olur mu?
İnanmak ve inanmamak insan varoluşunun en temel meselesi… Sanıldığı
gibi temelde akılla mantıkla ilgili bir konu da değil. Daha çok kalple
ilgili… Ve kalpten bağımsız olmayan türden bir akılla ilgili… İnanma
halinin, birilerinin kendi düz ve yine kendi sınırlarıyla sınırlı mantıkları
üzerinden ilerleyerek varabilecekleri bir netice olmadığını bilmek
gerekiyor. Dolayısıyla mantık tokuşturarak inançla ilgili ikilemi çözmenin
bir imkanı olmadığını da kabullenmek icap ediyor. Böyle bir tartışma,
münazara ya da mükaleme bir tarafın diğer tarafı inanmaya ya da
inanmamaya ikna etmesi sonucunu doğursa bile bu aslında yanıltıcı bir
görüntüden öte bir şey olmaz. Çünkü inanç, adı üstünde inanmakla olur.
Her zaman görünür bir mantığı bulunmaz. Külli hakikat içinde anlamlı
olan pek çok şeyin bizim sınırları olan mantığımız içinde bir karşılığı
yoktur. Beş duyuyla, cari sebep sonuç açıklamalarıyla mantıksal bir izah
getiremeyeceğimiz pek çok şey, inanç temelinde anlamlıdır ve o külli
hakikatin bir parçasıdır.
İman hidayetle ilgili bir meseledir; Hâdî olan, yani hidayet veren Allah
Teâlâ’dır. Dilediğine hidayet veren odur. Bizler arayanlarız, yönelenler,
düşünenleriz; bu gayretimizde halis olabilmeyi umarız. Buna karşılık
varsa eğer imanımız, onu bize bağışlayan Rabbimizdir. Kitab-ı Mübin’de
imanın bizim gayret ve samimiyetimiz neticesinde bize ‘lütfedildiği’
kaidesi vardır, diğer her şey gibi… Yani iman aslında bir lütuftur. Gayret
vardır ama bunun yine de imana varan bir neticesi olmayabilir. Hikmetini
bilemeyiz, bundan sual de edemeyiz. İman ederken, her şeyin hakikatinin
ne olduğunu, nasıl ve nice olduğunu, olanın içinde ne hikmet olduğunu
her zaman bilemeyeceğimizi de kabul ederiz. Çünkü Allah ilmin mutlak
sahibidir, her şeyin hakikatini, hakikatin eksiksiz halini ancak O bilir. O