Yeni Şafak Yazarlar Yeni Şafak
-
- Новости
-
Sosyal medyanın en güçlü haber mecrası Yeni Şafak.
Yeni Şafak Gazetesi olarak yayın hayatına başladığımız ilk günden itibaren ülkemizde demokrasinin tüm kurumları ile yerleşmesi, milli irade ve değerlerimizin hâkim olması için tüm gücümüzle çalıştık. Bu ülkenin geleceğinin derin sularda boğulup gitmemesi için çaba sarf ettik. Fırtınalı günlerde sığınılacak bir liman olduk. Bugüne kadar ülkemize yapmış olduğumuz katkıyı bundan sonra da okurlarımızın desteği ile sürdürmeye devam edeceğiz. Her gün Yeni Şafak’la yeni bir umut olacak.
-
Yusuf Kaplan - Fiîlî işgalden zihnî işgale kapitalizmin insanı ve hakikati yok ediş serüveni…
Zihnimiz çağdaş hurafeler çöplüğüne dönüştü: Batı uygarlığı, modernlik ve postmodernlik
tecrübesiyle, bütün her şeyi yerinden etti, zihnimizi körleştirdi, entelektüel felçleşme yaşattı
ve dünyayı cehenneme çevirdi.
Batı uygarlığının dünya üzerinde hegemonya kurmaya başladığı dönemden itibaren dünya
yaşanamayacak bir çatışma, savaş ve kaos arenasına dönüştü. 1648 Vestfalya Anlaşması,
modern Avrupa’nın, ulus-devlet imparatorluklarının kuruluş sürecinin siyasî ve iktisadî olarak
başlangıç tarihidir.
FİÎLÎ İŞGAL “NERESİDİR”, ZİHNÎ İŞGAL “NEREYE” DÜŞER?
O gün bugündür, dünya günyüzü görmüyor. Avrupalılar, birkaç asırlık bir süre zarfında
bütün dünyanın kıtalarını işgal ettiler, tabiî ve kültürel kaynaklarını târumâr ettiler, dünyanın
her tarafını, her karışını, bütün kültürlerini kontrol ve kolonize ettiler. Bütün dünyayı
köleleştirdiler. Sadece siyasî ve coğrafî işgalle yetinmediler. Zihinleri de işgal ederek
epistemik kölelere dönüştürdüler bütün insanlığı.
Tanrı, insan ve kâinâta dair bütün kavramları silbaştan yeniden tanımladılar ve kendi
tanımlarını bütün dünyaya dayattılar. Modernlikle birlikte başlayan fiîlî işgal, postmodernlikle
birlikte zihnî işgale dönüştü.
Aslında fiîlî işgalin temeli zihnî işgalle atılmıştı: Modern dünyanın “kurucu baba”larından
Francis Bacon, “bilgi güçtür” derken, dünyanın ve dünyadaki bütün kültürlerin ve bu arada
tabiatın kontrol ve kolonizasyonunun entelektüel temellerinin ruhumuz, mekanik, materyalist
bilim'le atılacağını haber vermiş oluyordu.
Nitekim Descartes, modernitenin fiîlî işgal programının zihnî temellerini şu ürpertici
cümlesiyle atacaktı: “Tabiatın efendileri ve sahipleri olacağız.” -
Yasin Aktay - Gazze yanarken Hac ve Umre
Gazze’de Siyonist-terörist İsrail soykırımını dünyanın gözü önünde yapmaya devam ederken,
bu arada dünyanın bütün duyarlılıklarını, duygularını, değerlerini, şeref ve haysiyetini de
dumura uğratıyor. Bu kadar büyük haksızlığa şahit olup bir şey yapmamak veya yapamamak
insanın kötürümleşmesinden başka bir şey değil. Bir şey yapabildiği halde yapamayanlar,
durdurabileceği halde durduramayanlar zaten bu suça doğrudan ortaktır.
ABD ve Avrupa bu insanlık suçlarının doğrudan ortakları. Ama geriye kalan, itiraz eden ama
bu itirazıyla kalan dünya her gün çıta yükselterek devam eden bu canilikler karşısında
yaşadıkları acizliği de bir kader gibi içselleştiriyorlar. Oysa Gazzeliler 7 Ekim’de onlara bu
acizliğin bir kader olmadığını göstermiştir. Onlara yenilmez İsrail anlatısının içi boş olduğunu
ve değişmez bir hikâye olmadığını göstermişti. İsrail’i son derece kısıtlı imkanlarıyla birkaç
saat içinde rezil rüsva etmişti. Böylece siyonizmin elinde tutsak olan bütün dünyaya İsrail
zincirinden isterlerse kolaylıkla kurtulabileceklerini gösterdiler.
7 aydır Gazze’nin Allah’ı ve yalnızca Allah’ı kendilerine vekil gören yiğitleri muhteşem
vakur duruşlarıyla bu dersin boş bir hayal olmadığını da gösteriyorlar. Ama bu dersi alması
gerekenler hâlâ almamaya devam ediyorlar. Hâlâ İsrail katili ve onun hamisine karşı
kendilerini fenaya gark etmiş İslam dünyasının liderlerinden bir ses seda yok.
Çünkü İslam dünyasını yönetenlerle İslam dünyasının halkları birbirinden çok ayrı tellerden
çalıyorlar. Açık konuşalım, İslam dünyasının liderleri İsrail’den ve arkasındaki güçlerden
sadece korktukları için harekete geçmiyor değiller. O güçlerin korkulacak şeyler olmadığını
Gazzeliler yeterince gösterdi. Hâlâ da göstermeye devam ediyor. -
Turgay Yerlikaya - Yeni anayasa tartışmaları ve siyasetin normalleşmesi
31 Mart seçimleri sonrasında ortaya çıkan tabloya bakıldığında, siyasette
normalleşme tartışmalarının yapıldığı görülmektedir. İhtiyatlı bir iyimserlik
üzerinden, siyasi partilerin birbirleriyle temaslarının Türkiye’nin geleceği
açısından oluşturabileceği imkanlar üzerine düşünülmektedir. Hiç kuşkusuz
Türkiye gibi jeopolitik açıdan ciddi risk ve tehditlere muhatap olan bir ülkenin
en azından bu tehditlerle mücadele anlamında asgari bir mutabakat sağlaması
mecburidir. Bununla birlikte Türkiye’nin gelecek inşası ve farklı toplumsal
kesimlerin bu inşada yer alması demokratik katılım açısından oldukça mühimdir.
Bu açıdan yeni anayasa ile ilgili tartışmalar, normalleşme beklentisi üzerinden
ele alınmakta ve Türkiye’nin 31 Mart sonrasında sivil anayasa beklentilerini
canlı tutmaktadır. Bu çerçevede her ne kadar farklı görüşler ortaya çıksa da
siyasi partiler yeni anayasa tartışmasına sahiplenme ve kategorik reddiye gibi
kabaca iki perspektiften bakmaktadır. Bu konuda bir ihtiyaç olduğunu dile
getiren Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın açıklamaları ile Meclis Başkanı Kurtulmuş’un
partilere yaptığı ziyaretler, yeni anayasa noktasındaki talep ve motivasyonu
göstermesi açısından sahiplenici bir perspektife işaret etmektedir. Meclis
aritmetiği itibarıyla Cumhur ittifakının değişiklik noktasında yeterince sayıda
milletvekiline sahip olmayışı, mecliste bulunan siyasi partilerin desteğini zorunlu
kılmaktadır. Zaten bir anayasanın kapsayıcı olması ve demokratik meşruiyetinin
tesis edilebilmesi de mecliste temsil edilen siyasi partilerin müzakeresi ve
konsensüsü ile mümkün olmalı ve yeni anayasanın kapsayıcılığı açısından
herhangi bir eleştiri söz konusu olmamalıdır. Bu bağlamda AK Parti’nin tutumu
yeni anayasa açısından oldukça motive bir görüntü ortaya koymakta ve sivil bir
anayasa için gerekli koşulların oluşturulmasını temin etmeye çalışmaktadır. -
Süleyman Seyfi Öğün - İlke-değer kavgası Süleyman Seyfi Öğün
Kuzeyimizde Ukrayna-Rusya savaşı, güneyimizde ise İsrâil-Filistin savaşı
tekmil şiddeti ile devâm ediyor. İlki iki seneyi aştı. Diğeri ise yedi ayı buldu.
Aralarındaki ortak payda ,taraflardan birisinin diğerini işgâl etmesi olarak
gösterilebilir. İlkeler itibârıyla bakılacak olursa, bir insanın her ikisine de karşı
çıkması mânâlı bir tepkidir.İlkelilik modern bir kavramdır. Savaş karşıtlığı bir
değer olmaktan ziyâde bir ilkedir. Batı ,kuruluşundan başlayarak ilkeliliğin
şampiyonluğunu yapar. Şimdi bunun içine bir bakalım.
İlkesel düşüncenin akıl yürütmesi son derecede şeklîdir. Yâni içi boştur.
Bunu ilkeyi kof görmek ve değerlendirmek mânâsında değil, formelliğini ifâde
etmek için kullanıyorum. İlkeler her nev’i olgusal durumdan bağımsız
şekillenir ve tümdengelimci bir şekilde olgular karşısında seferber edilir.
Meselâ ,eğer bir insan savaş karşıtlığı ilkesi geliştirmiş ise , savaş çıkan her
olguda vaziyetini otomatik olarak ayarlar. Burada târihsel olarak, o olgunun
kendisine has niteliklerine; daha doğrusu iki savaş arasındaki özgül
farklılıklara aldırmaz. Üst bir bakıştır o. Tarafsızlık etikası ilkesel duruş ve
eylemi taçlandırır. İlkesel duruş ve eylem sâhibi insan, duygusal yakınlık ve
uzaklık gibi meselelerle ilgilenmez. Meselâ savaş karşıtlığı üzerine kurulu bir
ilke, haklı savaşlar-haksız savaşlar ayırımını yapmaz. Onun gözünde savaş
topyekûn haksız bir fiildir ve nerede, kimler arasında , ne adına yapılırsa
yapılsın her şekilde karşı çıkılması gerekir.
İlkesel bakışın zıddında ise değersel olarak târif ettiğim bir bakış yatar. Buna
göre, meselâ savaş mevzûbahis ise haklı ve haksız savaşlar vardır. Burada
değer eylemi önceler. -
Selçuk Türkyılmaz - Roger Garaudy’nin kitapları Almanya’da niçin yasaklanıyor?
Roger Garaudy hakkında okuduğum ilk yazılardan biri Cemil Meriç’e aitti. Meriç, bu
yazıda Fransa’nın Cezayir’de uyguladığı müstemleke siyasetine yönelik olarak Roger
Garaudy’nin eleştirilerini değerlendiriyordu. Meriç daha sonra Garaudy hakkında başka
yazılar da yazdı. Bunlardan bazıları özellikle Garaudy’nin Müslümanlığı seçmesinden sonraki
dönemiyle ilgiliydi. Bunlara İnsan Yayınları’ndan çıkan “Kültürden İrfana” adlı eserde yer
verilmişti. Garaudy’nin ve Meriç’in kitaplarının baskıları hâlâ mevcut. İlgilenenler bu
kitapları bulmakta zorlanmaz.
Aslında Garaudy’yi en iyi tanıması gerekenlerden biri şüphesiz Cemil Meriç’ti. Emin
olmak için tekrar baktığımda doğum tarihlerinin birbirine çok yakın olduğunu gördüm.
Garaudy 1913’te, Meriç ise 1916’da doğmuş. İki fikir insanı arasındaki benzerlikler bununla
sınırlı değil. Her ikisi de bir dönem Fransız kolonilerinde yaşamış. Garaudy Cezayir’e sürgün
edildiğinde, Meriç ise Hatay’da yaşadığı dönemde Fransız kolonyalizmi ile tanışmış.
Kolonyalizme ve oryantalizme yönelik eleştirilerinin kaynağında kişisel gözlemlerinin önemli
bir rol oynadığı çok açık. Her iki mütefekkirin komünist düşünceyi benimsemesi de önemli
bir benzerlik. Fakat Garaudy ve Meriç komünizme yönelik eleştirileriyle de biliniyordu. Belki
de bunun bir sonucu olarak ömürlerinin belirli bir aşamasında İslam’ı keşfettiler. -
GÖKHAN ÖZCAN - Sürgünler Ve Soykırımlar
Tarih eğitiminde müfredatı belli ders saatlerine ayarlama zorunluluğundan
olacak daha ziyade belli başlı olaylar üzerinden bir makro tarih anlatısı
tercih ediliyor. Bu anlaşılır bir durum ama geçmişi anlamak noktasında
insanlarımızı ne yazık ki eksik bırakıyor. Okul yılları boyunca
sürdürdüğümüz tarih mesaisinde, zihinlerde genellikle çok belirgin,
sürekliliği ve anlam derinliği olan bir insanî hikaye oluşmuyor. Bu durum,
hafızamızda iyi kötü bir tarih enformasyonu bulunmasına rağmen, bir tarih
idraki ve şuuru oluşmamış olmasının önemli sebeplerinden biri...
Bu eksikliğin toplumun azımsanamayacak bir kesiminde ne kadar büyük
bir anlama güçlüğüne neden olduğuna aylardır Gazze tecrübesiyle şahit
oluyoruz.
Filistin'de süregiden israil zulmü şu günlerde başlıkta yer alan iki kavramı
en acı şekilde yeniden gündemimize soktu. Filistin halkı aynı anda hem
vahşi bir soykırıma hem de insafsız bir sürgüne maruz bırakılıyor. İnsanlık
suçlarının en ağırları olarak niteleyebileceğimiz bu suçlar, siyonist-terörist
bir devlet eliyle yapılıyor ve herkesin gözü önünde oluyor. Bu kanlı ve
acımasız zulmün görüntüleri her gün neredeyse canlı olarak yayınlanıyor,
iç kanatan görüntülerle elimizdeki telefonlara, salonlarımızdaki ekranlara
kadar anbean ulaştırılıyor.
Geçmiş zamanlarda böyle imkânlar olmadığından, o zamanlarda yaşanan
zulümler, masum toplulukların etnik köken, dini inanç gibi kabul edilemez
gerekçelerle maruz bırakıldığı soykırım ve sürgünler; solgun fotoğraflarla,
dilden dile anlatılan kahır hikâyeleriyle yaşamaya devam ediyor
hafızamızda. Bir de halkın kendi arasında geliştirdiği anlatma ve yaşatma
çareleri var. Tarihte acı-tatlı iz bırakan hemen her hadisenin, halk
kültürünün çeşitli ifade araçlarıyla canlı tutulduğunu ve hissiyatını
koruduğunu görüyoruz. Bunların başında da türküler, şarkılar, marşlar
geliyor.
Cumartesi akşamı Ankara'da bütün bu acılar tarihini sayfa sayfa müzikal
bir anlatıya döken çok dokunaklı bir konser gerçekleştirildi. Hayal Meyal
Müzik Topluluğu, İlim Yayma Cemiyeti'nin değerli katkılarıyla organize
edilen Sürgün ve Soykırım Anma Konseri'nde sahne aldı ve her biri
içimize kor gibi düşen şarkılar, türküler, marşlar seslendirdi.