8 min

MEHMET METİNER - İran’da Değişimin Ayak Sesleri‪…‬ Yeni Şafak Yazarlar

    • Nyheter

İran’a ilk gittiğimde yaşım 29’du.
Yıl 1989’du, aylardan şubat.
1979’da İmam Humeyni önderliğinde gerçekleşen görkemli devrimin 10. yıldönümüydü. İran İslam
Cumhuriyeti‘nin daveti üzerine gitmiştim genel yayın yönetmenliğini yaptığım Girişim dergisi adına.
Heyetin içinde pek çok gazeteci ve siyasetçi vardı. İran-Irak savaşının ateşkesle sonlandığı bir yıldı.
Çok farklı duygularla ayak basmıştım Tahran’daki Mehrabad Havaalanı’na. Gökyüzüne uğurlandığı
iddia edilen İslam’ın tarihte eşi benzeri olmayan bir halk ayaklanmasıyla iktidara taşınmasının bizde
oluşturduğu duygu tarifsizdi. İmam Humeyni’nin kendisi de, önderliğinde yapılan devrimin kendisi de
bizim sahiplenerek savunduğumuz bir olguydu.
İran’da o duygu yüklü günlerde bile farkına vardığım iki şey vardı ki savunmam mümkün değildi.
1985’te çıkardığımız Girişim dergisi o tarihlerde bir ekoldü. Hatırı sayılır bir entelektüel etkiye ve güce
sahipti. Bizim camiamızda da hür düşüncenin mektebi gibiydi. Cesur ve korkusuzdu. Tek sesliliğe karşı
çoğulculuğu savunan, eleştirel düşünme biçimini eksene alan bir anlayışa sahipti. Dışarıdan
bakıldığında devrimi savunduğumuz için İrancı diye bilinen bir dergiydi. Oysa biz İrancı değildik. İran’ı
körü körüne savunan bir dergi de değildik. Devrimi destekleyen ama rejimin yapıp ettiklerini de
gerektiğinde eleştiren bir yerde duruyorduk. Sözgelimi, Hama katliamında İran’ın Suriye rejiminin
arkasında durmasını sert bir dille eleştiren bir yerde duruyorduk.
O tarihte İran’a dair üç belirgin saflaşma vardı. İran’a topyekûn karşı çıkanlar, İran’a biat edenler,
İran’daki devrimi savunan ama rejimin mezhepçi ve milliyetçi karakterine eleştirel bakanlar. Biz
üçüncüsünü temsil eden bir gruptuk. İlk gruptakiler sayıca fazlaydılar. İkinci gruptakiler sayıca çok
daha azdılar. Sonra devletle ilişkilenme süreçlerinde çeşitli İslami grupların katılımıyla bir güç odağına
dönüşebildiler. Girişim grubu mesafeli ve eleştirel tutumu dolayısıyla entelektüel düzeyde etkili bir
pozisyon üretmeyi başarmıştı.
Benim o tarihte farkına vardığım iki yanlış şuydu: Devrimden sonra oluşan rejimin mezhepçi bir
eksene oturtulmuş olmasıydı. Bir de Fars milliyetçiliğini sahiplenir bir siyasal konumlanma içine
girmesiydi. Nitekim o tarihlerde el yordamıyla tespit ettiğim bu devrimin ruhuna ters gördüğümüz iki
olguyu Tahran’da katıldığım radyo programında “İran’daki İran, Türkiye’deki İran değil!” sözleriyle
nezaketin dili çerçevesinde eleştirmiştim. İran İslam Cumhuriyeti’nin reel-pratik yüzü ile bizim İran
İslam Devrimi’ne yüklediğimiz misyon birbiriyle çelişiyordu. Devrimin teorik ruhunun oluşturulan
rejimin reel yüzüyle alakası iddiadan ibaretti. Tabii ki bu durum hem zihinsel bir kırılmayı, hem de
hayal kırıklığını beraberinde getiriyordu.
Türkiye’ye döndükten sonra Girişim’de yayımlanan uzunca başyazımın başlığı “İran İslam Devrimi’ni
Doğru Değerlendirememe Sorunu” idi. Bu yazıyla birlikte koşulsuz İran savunucularıyla yollarımız
ayrıldı. Hatta bize düşmanlık kertesinde bir tutum sergilendi. Biz İran’daki devrimin bizatihi kendisini
savunan ama rejimin mezhepçi ve milliyetçi politikalarına itiraz eden yerde durmayı sürdürürken
İran’dan çok İrancılık yapanlar ise koşulsuz biat anlayışında karar kıldılar. Sözün burasında o gün de
durduğumuz yer, mezhepçilik eksenli bir yer değildi. Bugün de değildir. Biz İran İslam Cumhuriyeti’nin
mezhepçilik eksenine oturan dominant anlayışına, başka bir deyişle mezhepçiliği adeta din gibi gören
anlayışına kendi mezhepçiliğimiz üzerinden eleştiri getirmiyorduk.

İran’a ilk gittiğimde yaşım 29’du.
Yıl 1989’du, aylardan şubat.
1979’da İmam Humeyni önderliğinde gerçekleşen görkemli devrimin 10. yıldönümüydü. İran İslam
Cumhuriyeti‘nin daveti üzerine gitmiştim genel yayın yönetmenliğini yaptığım Girişim dergisi adına.
Heyetin içinde pek çok gazeteci ve siyasetçi vardı. İran-Irak savaşının ateşkesle sonlandığı bir yıldı.
Çok farklı duygularla ayak basmıştım Tahran’daki Mehrabad Havaalanı’na. Gökyüzüne uğurlandığı
iddia edilen İslam’ın tarihte eşi benzeri olmayan bir halk ayaklanmasıyla iktidara taşınmasının bizde
oluşturduğu duygu tarifsizdi. İmam Humeyni’nin kendisi de, önderliğinde yapılan devrimin kendisi de
bizim sahiplenerek savunduğumuz bir olguydu.
İran’da o duygu yüklü günlerde bile farkına vardığım iki şey vardı ki savunmam mümkün değildi.
1985’te çıkardığımız Girişim dergisi o tarihlerde bir ekoldü. Hatırı sayılır bir entelektüel etkiye ve güce
sahipti. Bizim camiamızda da hür düşüncenin mektebi gibiydi. Cesur ve korkusuzdu. Tek sesliliğe karşı
çoğulculuğu savunan, eleştirel düşünme biçimini eksene alan bir anlayışa sahipti. Dışarıdan
bakıldığında devrimi savunduğumuz için İrancı diye bilinen bir dergiydi. Oysa biz İrancı değildik. İran’ı
körü körüne savunan bir dergi de değildik. Devrimi destekleyen ama rejimin yapıp ettiklerini de
gerektiğinde eleştiren bir yerde duruyorduk. Sözgelimi, Hama katliamında İran’ın Suriye rejiminin
arkasında durmasını sert bir dille eleştiren bir yerde duruyorduk.
O tarihte İran’a dair üç belirgin saflaşma vardı. İran’a topyekûn karşı çıkanlar, İran’a biat edenler,
İran’daki devrimi savunan ama rejimin mezhepçi ve milliyetçi karakterine eleştirel bakanlar. Biz
üçüncüsünü temsil eden bir gruptuk. İlk gruptakiler sayıca fazlaydılar. İkinci gruptakiler sayıca çok
daha azdılar. Sonra devletle ilişkilenme süreçlerinde çeşitli İslami grupların katılımıyla bir güç odağına
dönüşebildiler. Girişim grubu mesafeli ve eleştirel tutumu dolayısıyla entelektüel düzeyde etkili bir
pozisyon üretmeyi başarmıştı.
Benim o tarihte farkına vardığım iki yanlış şuydu: Devrimden sonra oluşan rejimin mezhepçi bir
eksene oturtulmuş olmasıydı. Bir de Fars milliyetçiliğini sahiplenir bir siyasal konumlanma içine
girmesiydi. Nitekim o tarihlerde el yordamıyla tespit ettiğim bu devrimin ruhuna ters gördüğümüz iki
olguyu Tahran’da katıldığım radyo programında “İran’daki İran, Türkiye’deki İran değil!” sözleriyle
nezaketin dili çerçevesinde eleştirmiştim. İran İslam Cumhuriyeti’nin reel-pratik yüzü ile bizim İran
İslam Devrimi’ne yüklediğimiz misyon birbiriyle çelişiyordu. Devrimin teorik ruhunun oluşturulan
rejimin reel yüzüyle alakası iddiadan ibaretti. Tabii ki bu durum hem zihinsel bir kırılmayı, hem de
hayal kırıklığını beraberinde getiriyordu.
Türkiye’ye döndükten sonra Girişim’de yayımlanan uzunca başyazımın başlığı “İran İslam Devrimi’ni
Doğru Değerlendirememe Sorunu” idi. Bu yazıyla birlikte koşulsuz İran savunucularıyla yollarımız
ayrıldı. Hatta bize düşmanlık kertesinde bir tutum sergilendi. Biz İran’daki devrimin bizatihi kendisini
savunan ama rejimin mezhepçi ve milliyetçi politikalarına itiraz eden yerde durmayı sürdürürken
İran’dan çok İrancılık yapanlar ise koşulsuz biat anlayışında karar kıldılar. Sözün burasında o gün de
durduğumuz yer, mezhepçilik eksenli bir yer değildi. Bugün de değildir. Biz İran İslam Cumhuriyeti’nin
mezhepçilik eksenine oturan dominant anlayışına, başka bir deyişle mezhepçiliği adeta din gibi gören
anlayışına kendi mezhepçiliğimiz üzerinden eleştiri getirmiyorduk.

8 min

Mest populära poddar inom Nyheter

USApodden
Sveriges Radio
SvD Ledarredaktionen
Svenska Dagbladet
Eftermiddag i P3
Sveriges Radio
Det politiska spelet
Sveriges Radio
Dagens Eko
Sveriges Radio
Radiokorrespondenterna Ryssland
Sveriges Radio