Livaneli Sohbet

Zülfü Livaneli
Livaneli Sohbet

Buna niçin sohbet diyorum bu yayınlara? Çünkü sohbet çok sevdiğim bir kelime. Sohbet biraz doğuya, biraz bize ait bir kelime; "konversasyon" ya da "conversation" gibi değil. Sohbet etmek, hatta "sohbet koyultmak" denir bizde. Oturup saatlerce birbirimizin düşüncelerini öğrenerek, birbirimizin dertlerini alarak yapılan bir eylemdir. Mutluluk kitabında bir bölüm başlığı vardır: "İnsan insanın zehrini alır" diye. Gerçekten de öyle. İnsan, insanı zehirleyebilir de; bazı insanlar ise zehrini alır. Bu programda tabii biz birbirimizin zehrini almak için uğraşıyoruz.

Episodios

  1. HACE 30 MIN

    Bölüm 5: Türkiye'nin Hafıza Kartı Doldu

    Bir yazı yazdım son zamanlarda. Ama yazıyı okumayanlar için tabii ki bu programda da söz etmek isterim. Çünkü fikirler, benim fikirlerim her yerde paylaşmamız lazım.Elimizde telefonlar var. Bunların hafıza kartları var biliyorsunuz. Ve bazen doluyor. Dolduğu zaman da makine işlemez hale geliyor. Bilgisayar, telefon… Boşaltmamız, rahatlamamız ya da kapasite artırmamız gerekiyor. Şimdi, Türkiye’nin de bence hafıza kartı biraz doldu. Biraz değil, fazlaca doldu. Çünkü bizim gençliğimizde falan başka şeyler tartışılıp konuşulurken, birdenbire son 20 yıldır Türkiye inanılmaz bir tarih tartışmasına gömüldü.Tarihi de sadece araştırmak değil, tarihten kendine bir kök alıp, kendine bir dayanak bulup, birbiriyle çarpışmak, dövüşmek, siyasi iddialar ileri sürmek meselesine gömüldü. Bu çok doğru bir şey değil. Çünkü kapasite artmıyor. Malum, hepimiz biliyoruz. Kapasite artmıyor, azalıyor. Türkiye’de maalesef hem akademide hem halkta hem basında her yerde azalıyor. Dolayısıyla kapasite artırmadaki boşaltmamız lazım.Ne demek istiyorum bununla? Çünkü mesela, alalım Atatürk meselesi. “Mesele” diyorum çünkü mesele haline geldi Türkiye’de. Şimdi, bütün ülkelerin kurucu liderleri vardır. İşte, Amerika’da “founding fathers” dedikleri kurucu liderler, Benjamin Franklin ya da George Washington, Adams… Bunlarla kimse uğraşmaz. Çünkü o dönemde kalmış. İşte, anayasa yapmışlar falan, ona göre. Ama anayasada çeşitli revizyonlar tabii… Onun için hep amendment diye geçer, değişiklik diye geçer.Bizde de kurucu lider var. Kurucu kadro var. Bu kurucu kadronun son yıllarda tartışmaya açılmasının bir tek sebebi var. Bu da nedir? Vefat etmiş olan liderle uğraşmak. 1938’deki kurucuyla uğraşmak… Bunu, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş şekliyle uğraşmak için yapıyorlar.Ve tabii ki, çoğuna ben bakıyorum, bu işi yapanların… Kadir Mısıroğlu gibi, Nazım el-Kıbrısi gibi… Birçok insan. İngiliz kaynaklı. İngiltere’den belgeler verilmiş. Belge de değil, birtakım çarpıtmalar verilmiş. Çünkü biliyorsunuz, İngilizler “Kemalizm” adını ilk kullanan insanlardır. Ve Kemalizmi, haydutlar anlamında kullanıyorlar. “Kemalist haydutlar” diyorlar. Çünkü Anadolu’da bir kurtuluş mücadelesi başlamış.E, bu oyunu bozmak demek. Çünkü her şey halledilmiş. Osmanlı küçücük bir alana sıkıştırılmış. Halifeyle de anlaşma yapılmış. Tamam, bundan sonra yani… Ve Anadolu paylaşılmış. İtalyan bölgesi, İngiliz bölgesi, Fransız bölgesi… Almanlarla birlikte yenildik.Bu durumda birdenbire bir hareket başlıyor. Bütün takati tükenmiş, ordusu terhis edilmiş, silahsızlandırılmış bir ülkede bir bağımsızlık hareketi başlıyor. Ve başında da bir isim var. Adını daha önce de duymadıkları bir general.İlk defa İngiliz belgelerinde nerede çıkıyor biliyor musunuz Mustafa Kemal adı? Çanakkale Harbi’nde… Arnold Toynbee geliyor. Aslında tarihçi ama aynı zamanda tabii hükümetine çalışan bir ajan. Yazdığı kitapta iki cümle geçiyor. Diyor ki:“Bu Mustafa Kemal diye bir isim duyuyorum son zamanlarda. İlginç bir adam. Araştırdım, baktım… Selanikli ama Yahudi değil.” gibi birtakım yorumlar yapıyor. “Namuslu bir adammış. Hiçbir yolsuzluğa bulaşmamış.” diyor.Ondan önceki kitaplara bakın. Montagu’nun, diğer büyükelçilerin falan Türkiye ile ilgili yazdıkları kitaplarda hiç Mustafa Kemal adı geçmiyor. Sadece Çanakkale’den sonra geçmeye başlıyor.Esas mesele ne biliyor musunuz? Mustafa Kemal’le uğraşmak değil. İki tane var çünkü Mustafa Kemal. Biri, o şahsı var. Vefat etmiş. Bir de onun temsil ettiği değerler var.Temsil ettiği değerler nedir? Üniter devlet, kadın hakları, laiklik, yeni alfabe, modernlik ve modern dünyayla bütünleşmek… İşte, uğraşılan şey bu.O kadar önemli ki bir türlü de kopmuyor, görüyorsunuz. Ve başaramıyorlar. Mustafa Kemal’i çekerseniz ve arkadaşlarını, kurucu ilkeleri çökertmiş olursunuz.Bunu okuyanlar bilirler, tekrar ediyorum diyecekler ama gene tekrar edeyim. Benim görüşlerim değişmedi. Hep derim ki:Türkiye’de siyasi mücadele var zannediyoruz. Ama aslında rejim mücadelesi var.

    8 min
  2. 28 ENE

    Bölüm 4: Kişilerle Değil Ama Fikirlerle Uğraşırım

    Dostlarım, ben polemikten hiç hoşlanmam, kavgadan hiç hoşlanmam. Sokakta kavga, yumruk yumruğa hiç dövüşmeden hayatım geçti. Öyle bir şey olmadı. Polemiklerden de hoşlanmam; insanların klavyelerinin arkasına geçip birbirlerini atması, tutması, sövmesi falan hoş bir şey değil. Çünkü kavga ortamında yaşayan insan, o kavgadan galip de çıksa, mağlup da çıksa yine aynı şartları yaşamış olur. Hayat çekilmez hale gelir. Zaten hayat kısa, zaten hastalıklar, geçim sıkıntıları, herkesin dertleri var. Niye birbirimize daha da yük olalım diye düşünürüm. Ama kişilerle uğraşmadığım halde, fikirlerle uğraşmam gerekiyor bazen. Çünkü yanlış fikirler topluma empoze ediliyor. Ben de bunları gördüğümde gerçekten dayanamıyorum.Bunlardan bir tanesi, bazı aydınların –tırnak içinde aydınların– halkı ve halk kültürünü küçümsemesi. “Neşet Ertaş’ı tanımam, ben onu dinlemem, bilmem” falan… Kişi önemli değil. Ama böyle düşünen insanlar vardır, tek bir kişi de değildir bu. Ama bakın, halk kültürü dediğiniz öyle kolay kolay vazgeçilecek bir şey değil. Bu halk kültürünün temelinde, Türkiye gibi bir coğrafyada, Anadolu coğrafyasında, Asya Minör’de bunun ta altına gittiğiniz zaman Homeros var, Dede Korkut var, diğerleri var. Tabii en eski Homeros var. Homeros, “İlyada”yı burada yazdı, söyledi daha doğrusu. Bu, altı heceli “hexameter” denilen bir şiir biçimidir ki bizim âşıklara kadar gelmiştir. Bu bizim âşıklarda bu hexameter şiir söyleyerek dolaşmışlardır.Bir ara Cemal Süreya “folklor sanata düşman” diye bir tartışma başlatmıştı. O da bence doğru değildi. Çünkü folklor evet, folklor kalıpları; yani işte “elinde bardak, üstünde çardak, yeşil başlı ördek” falan. Bu kalıplara girerseniz, evet sanat pek üretilemez, o doğru. Ama bizim büyük halkın, yazılı olmayan, sözlü kültürle binlerce yıl taşıdığı, en azından bin yıl taşıdığı ve bize kadar getirdiği bu kültür, büyük bir kültürdür. Ve şairler yetiştirmiştir. Bu şairler, kendi seslerini bulmuş, kendi kelimelerini bulmuş ve kendi tarzlarında yazan, kişilikleri belli olan büyük şairlerdir. Dünyanın büyük şairleri…Şimdi size bazı örnekler vereceğim. Mesela Karacaoğlan, dünyanın en büyük aşk ve doğa şairidir bana göre. Elimden geldiğince bildiğim yabancı dillerde şiir okurum, meraklıyım şiire. Bakıyorum, bu Karacaoğlan’da olan bazı kavramları, bazı deyimleri bulamıyorum başka yerde. Sadece ses olarak değil tabii; ses olarak müthiş. “Sarı çiçek sarvan kurup oturmuş.” Şimdi bunu çevirmek de mümkün değil. Bu dil özelliği tamam, ama bir de herhangi bir dile çevirirseniz, anlamı ve güzelliği kaybolmayacak şiirler var. Mesela diyor ki: “Çukurova bayramlığın giyerken, üzerinden çıplaklığın soyarken.” Çıplaklığı soymak kavramı var mı dünyada? Baktım, bir sürü yere baktım, yok. Yok, gerçekten yok. Çıplaklığı soymak…Sonra bir ironik şiir: “Ürüyen geldim, yine ürüyen giderim. Ölmemeye elde fermanım mı var? Azrail gelmiş de can talep eyler, benim can vermeye dermanım mı var?” Nasıl bir hoş ironi var burada? Nasıl bir sevimli anlatı var? Azrail diyor ki: “Ya benim can vermeye dermanım yok, sen biraz uzak git.” Şimdi bu şairler çok büyük şairler. Âşık Veysel zaten zamanının büyük aydınları tarafından, İstanbul’da Eyüboğlu Sabahattin Eyüboğlu, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Yaşar Kemal ve diğer büyük şairler tarafından çok büyük bir saygıyla karşılanırdı. Şiir antolojilerinde şiirleri yayınlanırdı. Biz de hep görüşürdük, büyük bir şairdi. Folklor değil de onun yaptığı… Sonunda öyle bir noktaya geliyoruz ki, bu kadar büyük şairlerin yazdığı şiirleri küçümseme noktasına gelemeyiz.Neşet Ertaş benim büyük dostumdu. Onun söylediği türküler zaten bin yıldır söyleniyor. Bin yıldır o türküleri söyleyerek getirmiş birisi. Kolay mı? “Evvelim sen oldun, ahirim sensin.” Bunu söylemek ve bu kadar yürek yakıcı bir nitelikle söylemek… Babası Muharrem Ertaş, Çekiç Ali… Bütün Anadolu’nun her yerinde büyük âşıklar… Kütahya’da Hisarlı Ahmet, Ege’de Zeybekler, Dengbêjler…...

    8 min
  3. 26 ENE

    Bölüm 3: Yangın, Ahlaksızlık ve Cezasızlık

    Dostlarım, bu üçüncü konuşmaya maalesef acı bir olayla başlayacağız. Çünkü hiçbirimizin aklından, gönlünden, vicdanından çıkmıyor bu yangın olayı. Her evde gözyaşı var, yas var ve korkunç bir trajedi bu. Tabii, dünyada her yerde doğal afetler ya da birtakım kazalar olur. Elbette kayıplar olur; tren kazaları, otobüs kazaları, vapur kazaları, depremler… Her şey oluyor. Ama burada insanın canını yakan şey, bu canlar kaybedilmeden, özel olarak tedbirler alınarak hepsi hayatta olabilirdi, hepsi yaşıyor olabilirdi şu anda.Burada ben temel neden olarak şunu görüyorum: düzenin bozulması. Tabii bu düzenin bozulmasının altında bir neden yatıyor; ahlaksızlık. Bir de tabii cezasızlık. Her cezasızlık başka ölümler getiriyor. Bizim niye böyle düzenimiz bu kadar bozuldu? Niye kurallara uymuyoruz? Niye trafikte her bayramda canlarımız gidiyor? Niye diğer olaylarda gidiyor? Biliyorsunuz, o tren kazasında dostlar çocuklarını kaybettiler. Hiç sorumlu yok ortada. Diğer kazalarda da sorumlu yok. Yangınlarda da sorumlu yok.Son 25 senedir tek sorumluluk alıp da hatta onu canıyla ödeyen bir Japon mühendis vardı biliyorsunuz. Yani kimse canına kıysın demiyoruz tabii ama en azından biraz sorumluluk almak, en azından biraz üzüntü hissetmek, biraz empati yapabilmek… Çünkü empati yapmak insana özgü bir şey. Ancak gelişen insanlar empati yapabiliyor. Hayvanlarda empati yoktur biliyorsunuz. Yani bir aslan gidip bir ceylanı parçalarken “Yazık mı oluyor? Canı mı acıyor? Çocuklarım var.” falan diye düşünmüyor. Düşündüğü şey sadece orada doymak. Ama insan, elbette ki hayvandan daha farklı bir seviyeye çıkması için, kendini ayırabilmek için empati yapmalı.O ailelerin acılarını hissetmek, o çocuğunu kaybeden ailelerin iç yangınını hissedebilmek… Bunun için ahlak lazım diyorum. Empati yapabilmek ve ahlak çok önemli. Benim yıllarca savcılık yapmış rahmetli babam, Anadolu’nun her tarafını dolaşmış biriydi. Şöyle bir sözü vardı: “Oğlum, iyimiz çoktur bizim, ama kötümüz de çoktur.” Buradaki “bizim” vurgusuna da dikkat çekmek isterim. Kötü niye kötü oluyor? Ben hep şöyle düşünürüm: İnsanların doğuştan kötü olma diye bir özelliği herhalde yoktur. Belki birtakım psikopatlar, hastalar olabilir; milyonda bir rastlanabilir. Ama insanları kötü yapan koşullar oluyor. Gene koşullar.Şöyle bir örnek düşünürüm hep kafamda: Böyle lüks transatlantikler var, hani cruise gemileri. Okyanusu geçiyorlar falan ve oralarda gayet şık, hoş bir hayat var. İnsanlar smokinle, tuvaletlerde akşam yemeğine gidiyorlar. Büyük lüks gemilerde kaptanın masasında oturuyorlar ya da şampanyalar açılıyor. Orada “Buyurun, buyurun” diyorlar, birbirlerine yol veriyorlar, nezaketle kadınların elini öpüyorlar, şampanya ikram ediyorlar falan. Çok kibar bir ortam. Peki, o gemi bir süre sonra batsa, Titanik gibi, o insanlar denize düşseler, bir küçük tahta parçasına tutunabilmek için birbirlerinin gözünü oyarlar.Orada işte ahlak başka bir şeye dönüşüyor. O koşullar insanları dönüştürüyor, bir can pazarında vahşete sürüklüyor. Bu, şartların getirdiği bir kötülük. İkincisi de öğretilen kötülükler var. 1995 yılında, o zaman Milliyet Gazetesi’ndeydim, bir kampanya açtım: “Televizyonlardaki Şiddete Son” diye. Şöyle yazıyordum: Çocuklarımız kaç yaşında? Beş, altı, yedi yaşında. Çocuklarımız binlerce cinayet görerek büyüyor. Kurşunlar atılıyor, insanlar öldürülüyor, kafalar kesiliyor, testereyle kesiliyor, gözler oyuluyor, insanlar yakılıyor. Bunlar hem haberlerde var hem de bu Amerikan popüler kültüründen bize gelen ve sirayet eden filmlerde, dizilerde var.Bu kadar şiddet görünce, cinayet olağanlaşır, sıradanlaşır. “Cinayet zaten olur böyle şeyler” diye düşünülür. Bizim ülkemizde de maalesef bu alt kültür, çok cani yetiştirdi. Şu anda gençlerde artan suç oranını görüyoruz. İnanılmaz bir boyuta yükseldi. Mecliste de bunun için uğraşmıştım. Artan şiddete karşı bir komisyon kurulması için önerge vermiştim, kabul edildi. Bir komisyon kuruldu, çalıştık ettik. ...

    5 min
  4. 20 ENE

    Bölüm 2: İnsan İnsanın Zehrini Alır

    Dostlarım, ikinci sohbette buluştuk. Buna niçin sohbet diyorum bu yayınlara? Çünkü sohbet çok sevdiğim bir kelime. Sohbet biraz doğuya, biraz bize ait bir kelime; "konversasyon" ya da "conversation" gibi değil. Sohbet etmek, hatta "sohbet koyultmak" denir bizde. Oturup saatlerce birbirimizin düşüncelerini öğrenerek, birbirimizin dertlerini alarak yapılan bir eylemdir. Mutluluk kitabında bir bölüm başlığı vardır: "İnsan insanın zehrini alır" diye. Gerçekten de öyle. İnsan, insanı zehirleyebilir de; bazı insanlar ise zehrini alır. Bu programda tabii biz birbirimizin zehrini almak için uğraşıyoruz. Şimdi sohbet o kadar önemli bir şey ki biraz da iklime bağlı. Bizim bu bölgelerde, Ege bölgelerinde, felsefe gelişti biliyorsunuz. Parmenides, sonra tabii Atina Okulu, Sokrates, Platon ve diğerleri, Heraklit... Bu büyük filozoflar 2500 yıl önce ne yapıyorlardı? Sohbet ederek geliştirdiler. Yani bütün düşünce, sohbet şeklinde, konuşma şeklinde. Ama bu Almanya’ya ya da kuzeye gittiğiniz zaman, tabii ki iklim kapalı, soğuk; pencereler küçük, evler zor ısınıyor. İnsanlar orada, kuzeydeki filozoflar, buradakiler gibi konuşarak değil, daha çok düşünerek, tek başına yalnız başına yazarak, düşünerek geliştirdiler. Bu bakımdan da bizim bu Akdeniz felsefesiyle, ki onun öncesinde de bildiğimiz gibi Mısır var, bu felsefeyle Kuzey felsefeleri arasında mutlaka böyle bir kişisel fark oluşuyor. Çünkü isimler ne kadar büyük olursa olsun, beyinler ne kadar büyük olursa olsun, herkes biyolojik kurallarına tabidir. İster adınız Immanuel Kant olsun, ister Pisagor olsun, kim olursanız olun, aynı biyolojik koşullara sahipsiniz. Bizim "insan ruhunu yüceltmek" dediğimiz, insanı, bir hayvan çeşidi olan insanı, o memeli çeşidi olan insanı, daha yüksek bir mertebeye getirebilmek ve ayırabilmek için elbette sanat, kültür, felsefe binlerce yıldır buna uğraşıyor. Ama bu boyuta geldiğimizde de iki meselemiz var: Duygular ve düşünceler. Yani biyolojinin dışında bizi yönlendiren duygularımız var, düşüncelerimiz var. Bazı insanlarda bu çok dengede oluyor, bazı insanlarda ise bir tarafa çok meylediyor. Mesela sanatçılarda duygusal boyut çok yüksektir ama rasyonel boyut ona göre daha azdır. Biliyorsunuz, mesela kendimden örnek vereyim: Geçenlerde bir İspanyol gazetesine söyledim, "Ben duygularımı müzik yoluyla, düşüncelerimi de kitaplarım yoluyla açıklıyorum" dedim. Müzik, besteler yoluyla duygular; işte ağıt, sevinç, aşk, sıla hasreti... Bütün bunlar tabii ki müzikle ifade edilebiliyor, bestelerle. Ama bir dönem analizi, bir tarihi boyut, bir kişilik, bir psikolojik analiz, elbette ki bestelerle olmuyor, o da düşünceyle oluyor. O bakımdan bunu Yunan mitolojisinde Dionysos ve Apollon olarak tarif ederler. Apollon, aklın ışığıdır; Dionysos ise bağ bozumu tanrısıdır. Benim içimde de her zaman bir Dionysos’la Apollon çatışma halinde oldu. Uçmaya çalışan ruhumu, aklım dengeliyor, yere bastırıyor. Şimdi bilgi meselesini bugün sizinle konuşmak istiyorum. Bilgi çok önemli bir şey. Biz hepimiz biliyoruz, bilgi ve bilim... Eskiden "ilim" denirdi. İslam ilmi, din ilmi olarak ve onlara "âlim" denirdi, çoğuluna da "ulema" denirdi. Şimdi aslında bilimle din çatışma halinde birçok yüzyılda görüyoruz. Çünkü bilim ayrı, din ayrı. Biri inanç, biri bilgi. Ama belki de o kadar büyük bir fark yok aslında. Eğer insanlar bir dine ve o dinin getirdiği ahlaki kurallara, burası çok önemli, ahlaki kurallara uyum gösteriyorsa, uyuyorsa daha iyi bir Budist, daha iyi bir Hristiyan, daha iyi bir Müslüman olmak istiyorsa, daha iyi bir Yahudi olmak istiyorsa, o dinin getirdiği kurallara uyar. Mesela "öldürmeyeceksin" kuralına uyar, temizliğe uyar, alışveriş koşullarına uyar ve iyi insan olmakla tarif edilir bu dinin ahlak boyutu. ...

    12 min
  5. Bölüm 1: Yeni Yıl ve Umut

    17 ENE

    Bölüm 1: Yeni Yıl ve Umut

    Dostlarım hepinizi yeni yılda sevgiyle selamlamak istiyorum. Mutlu bir yıl olsun, iyi sağlıklı başarılı ve huzur içinde bir yeni yıl diliyorum. Önemli bir şey çünkü her şey iyi niyetle başlıyor. İyi niyet en önemli olay. İyi niyetimiz yoksa insan ilişkilerimiz yolunda yürümüyor. Biz eskiden bu ilişkileri daha iyi kuran bir millettik. Büyük küçük sokaktaki insan kadın erkek iş yeri okul bütün bunlarda daha düzgün ilişkilerimiz vardı ama maalesef bu dengeler dünyada da bozuldu. Özellikle Amerikan popüler kültürünün etkisiyle bizde de bozulmaya başladı. Bu tabii üzücü ama gene de sesi çıkmayan çok milyonlarca düzgün insan olduğunu ben biliyorum. Zaten onlarla da çoğuyla da haberleşiyor. Bana hep şu soruluyor: İnsanlık ileri mi gider geri mi? İyiye mi gidecek kötüye mi? Bunu bana konferans verdiğim Türkiye'deki üniversitelerden Amerika'daki, Çin'deki, Rusya'daki, Avrupa'daki bir sürü üniversitede her konuşmanın sonunda sordular. Dediler ki insanlık iyiye mi gider kötüye mi gider? Aslında ben umutluyum. Umutlu bir insanım. İki sebepten böyle oluyor. Bir tanesi mesleğim gereği kamuoyunun önüne çıkan, kitap yazan, müzik yapan ve seslenen bir insansanız insanlara kalkıp da "Efendim her şey kötü, her şey berbat zaten" deme hakkınız yok. O zaman susun konuşmayın. Yani bu şuna benzer; bir doktora gitmişsiniz diyorsunuz ki "Benim şöyle şöyle ağrılarım rahatsızlıklarım var." Doktor "Senden bir şey olmaz hadi git" diyebilir mi? O zaman doktorluk yapmaması lazım. Bu da bizim gibi kamuoyu önündeki insanların umutsuzluk yaymaması gerekir. Ben böyle düşünüyorum. Ama bu umut aktif bir umut olmalı, pasif bir umut değil. Yani ben bir yerde yatayım, istediğimi yapayım, ilerisi nasılsa güzel olacakmış değil. Bunun güzel olabilmesi için bizim gayret etmemiz gerekiyor. Koşulları düzeltmek bizim elimizde. Onun için de aktif daha güzel bir dünya yaratma, daha güzel bir Türkiye yaratma umudunu aktif olarak beslemeli ve eyleme katılmalıyız. Bunun dışında insanlık elbette ileri gidiyor. Yani düşünün binlerce yıllık insanlık elbette ileri gidiyor. Orta çağdaki gibi cadılar yakılmış Avrupa şehirlerinde başka türlü zulüm devam etmiyor mu? Ediyor. Maalesef ediyor. İnsanoğlunun o Freud'un temelinde bir yıkıcılık vardır dediği o inanç doğru mu yanlış mı onu ayrıca tartışırız. Ama bu Homo sapiens birbirini öldürüyor. Maalesef böyle. Habil Kabil'den beri böyle. Ama biz gene de barış umudunu, barış için çalışmayı elden bırakmayacağız. İnsanlık ileri gidiyor ama bu lineer bir gidiş değil. Dümdüz bir gidiş değil. Hep ileri gidiş değil. Zikzaklar yapıyor. Bazen böyle yukarı giderken zikzak aşağı düşüyor, daha sonra tekrar gidiyor. En sonunda daha yükselmiş oluyor. Ama bizim ömür dilimimiz çok kısa. Maalesef biz tarihe tanıklık ediyoruz diyoruz ama ancak küçücük bir noktasına tanıklık ediyoruz. Eğer bizim doğduğumuz yıllar ve yetiştiğimiz yıllar o zikzak aşağı doğru gittiği yıllara denk geliyorsa, felaket oluyor dünya. Yani düşünün 1910-15’te doğan bir Osmanlı vatandaşısınız. İşte arkasından savaşlar, imparatorluğun yıkılışı, kaybedilen ülkeler ve o yas dünyası içinde ve tekrar bir mücadele, tekrar bir kalkınma hamleleri falan. Yani gerçekten diyebilirsiniz, "Dünya çok zormuş." Ama diyelim 1940’larda, 50’lerde, 60’larda doğan bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı insan daha güzel bir dünya gördü. Bakın 1940’larda Avrupa yıkıldı. Bütün Avrupa ülkeleri birbirini bombaladı. Amerika dahil Pearl Harbor dahil düşünün, yıkıldı. Milyonlarca, on milyonlarca genç öldü. Şehirler tarumar oldu. Tapınaklar, kiliseler, akademiler, her şey yerle bir oldu. Açlık, kıtlık, sefalet, bulaşıcı hastalık. Ama sonra düzeldi. O yıllarda Avrupa yıkılırken bizim ülkemiz sakindi. Evet, savaş tehlikesi var diye belki ekmek vesikaya bağlanmıştı, bazı tedbirler alınmıştı, askerlikler 4 yıla çıkarılmıştı falan ama yine de Avrupa gibi bir sefalet çekmedik....

    6 min

Acerca de

Buna niçin sohbet diyorum bu yayınlara? Çünkü sohbet çok sevdiğim bir kelime. Sohbet biraz doğuya, biraz bize ait bir kelime; "konversasyon" ya da "conversation" gibi değil. Sohbet etmek, hatta "sohbet koyultmak" denir bizde. Oturup saatlerce birbirimizin düşüncelerini öğrenerek, birbirimizin dertlerini alarak yapılan bir eylemdir. Mutluluk kitabında bir bölüm başlığı vardır: "İnsan insanın zehrini alır" diye. Gerçekten de öyle. İnsan, insanı zehirleyebilir de; bazı insanlar ise zehrini alır. Bu programda tabii biz birbirimizin zehrini almak için uğraşıyoruz.

También te podría interesar

Para escuchar episodios explícitos, inicia sesión.

Mantente al día con este programa

Inicia sesión o regístrate para seguir programas, guardar episodios y enterarte de las últimas novedades.

Elige un país o región

Africa, Oriente Medio e India

Asia-Pacífico

Europa

Latinoamérica y el Caribe

Estados Unidos y Canadá