Yeni Şafak Yazarlar Yeni Şafak
-
- Новости
-
Sosyal medyanın en güçlü haber mecrası Yeni Şafak.
Yeni Şafak Gazetesi olarak yayın hayatına başladığımız ilk günden itibaren ülkemizde demokrasinin tüm kurumları ile yerleşmesi, milli irade ve değerlerimizin hâkim olması için tüm gücümüzle çalıştık. Bu ülkenin geleceğinin derin sularda boğulup gitmemesi için çaba sarf ettik. Fırtınalı günlerde sığınılacak bir liman olduk. Bugüne kadar ülkemize yapmış olduğumuz katkıyı bundan sonra da okurlarımızın desteği ile sürdürmeye devam edeceğiz. Her gün Yeni Şafak’la yeni bir umut olacak.
-
YUSUF DİNÇ - Son 10 Yılın Eko - Politik Analizi Ve Kısa Yarın
Biraz politik ekonomi yapacağım. Çünkü öyle bir değişim ve dönüşüm içinden geçiyor ki Türkiye
yakında olacak bitecekleri anlamak için bu başlıkta fikir sahibi olmak gerekiyor. Üstelik bu değişim ve
dönüşümün somutlaşmış hali öyle çarpıcı ki politik ekonomi analizi yapmamak haksızlık olur.
Başlayalım.
Evvela şunu ifade edeyim; bu konuda tartışma yapmak isteyen kişi bağlamı İkinci Körfez Savaşı’nda
ABD askerlerinin intikal ve lojistiği için Meclis’e sunulan tezkerenin reddinden alırsa şaşırmam. Yahut
bu tezkerenin de kök nedeni olan ve devletler muvazenesindeki ilişkileri gerçekten değiştiren olay
olan 11 Eylül’den alırsa daha doğru yaptığına da inanırım. Ama ben 2013 yılının değişimi ve
dönüşümü somutlaştırmak bakımından Türkiye için daha belirleyici olduğunu düşündüğümden
analizime o yıldan başlayacağım.
Türkiye, 2013’te IMF ile stand-by anlaşmasını bitirdikten itibaren azalan bir cari açık trendi
yakalayınca Doğu ve Batı arasında bir denge kurmayı yeğledi. Çünkü Doğu yükseliyordu ve tarih bu
coğrafyanın hem Doğu hem de Batı denkken asıl rolünü oynayabildiğini gösteriyordu.
Hem Türkiye denge kurmakta çok iyiydi. Cumhurbaşkanı Sn Erdoğan’ın dünyadaki diğer hükümet
başkanlarına nazaran tecrübeli ve liderlik-üstün olması seçilen denge stratejisine de uyumluydu.
Bu süreçte, Türkiye eksen kayması tartışması da yaptı, 17-25, Gezi, 15 Temmuz gibi her sınanmadan
da geçti. Üstüne üstlük ummadığı bir yatırım greviyle (detaylar için bir önceki yazımı okuyabilirsiniz)
karşı karşıyaydı ve Doğu henüz gelişmiş ilişkiler kurmakta aciz olduğundan yalnızlaştı. Hatta ta ki
benzer ama daha soğukkanlı bir denge politikası izleyen Rusya soğukkanlılığını kaybedene kadar.
Türkiye’nin yalnızlığı Ukrayna-Rusya Savaşı ile bitti. Uyguladığı denge stratejisi bu savaştaki faydasıyla
anlam bulmuştur denebilir. Türkiye’nin tüm bu strateji dönemi boyunca “barış” yanlısı söylem
kurması da stratejinin bir gereğiydi.
Ama bu stratejinin asıl ve belki de tek, olsun tek olsa da çok büyük, faydası Türk Devletler Teşkilatı’nın
kurulmuş olmasıydı. Karabağ zaferinin Teşkilatın vücut bulmasındaki rolünü göz ardı etmeden
söylüyorum. Türk Devletler Teşkilatı bu milletin bazen Kızılelmasının ta kendisi bazen Kızılelmasının
en önemli parçası olarak görülmüştür, unutmayınız.
Ve fakat bu kazanımı elde ettikten sonra Türkiye, Doğu-Batı dengesi stratejisini bir tarafa bıraktığı,
yahut şimdilik bir tarafa bıraktığı, bir tercihte bulundu. Yüzünü yeniden en azından üniversitelerindeki
Gazze protestolarıyla dünyanın hala temel referansı olan Batı’ya döndü. Bunun sembolü ise ekonomi
yönetimindeki değişimdi.
Bakan Şimşek’in ve “kısmen” değişen ekonomi yönetiminin göreve gelmesinin anlamı buydu.
Fakat Türkiye, 7 Ekim’e kadar bu strateji değişikliğinde temkinli davrandı. Hatta 7 Ekim sonrasını da
görene kadar. Doğu’nun hala çok pasif, etkisiz ve aşırı çekingen olduğunu gördü. Üstelik Batı
toplumları (yer yer siyasileri dahil), Doğu toplumlarından hala çok üstün olduklarını Gazze tavrıyla
gösterdi. Bu okumalar sonrası Türkiye temkinli olmayı bir tarafa bıraktı. Ocak sonuna doğru İsveç’in
NATO üyeliğini onayladı. -
DURSUN GÜRLEK - Ayasofya’da Namaz Kılma Zevki
Ayasofya hakkında fikir beyan eden devrin yazarlarından
yahut mîmarlarından biri, yaptığı bir konuşma esnasında “Bir
Türk mîmarisi yoktur. Görünen eserler Ayasofya’nın on defa
tekrarından başka bir şey değildir” şeklinde bir cümle sarf
ediyor. Halbuki bu kıyaslama yanlıştır. Süleymaniye ve
Sultanahmed gibi Osmanlı selâtin camileri asla Ayasofya’nın
taklidi değildir, bilâkis orijinal mîmâri şaheserlerdir. Gerçi
Türk mimarları da sanatlarını icra ederken Bizans’ın bu kadim
mâbedinden az- çok etkilenmişlerdir, lâkin bu onların
yaptıkları camilerin taklit eseri olduğunu göstermez.
Sultanahmed meydanına gelen bir adam orada yüzünü bir
kere kuzeye çevirip Ayasofya’ya, bir kere de güneye döndürüp
Sultanahmed Camii’ne bakarsa kuzey tarafında sanki bir taş
yığını, bir kale duvarının üzerine konmuş büyük bir kubbe
görür. İşte bu, Ayasofya’dır. Yani Bizans mîmarisinin
şaheseridir. Bu kubbeyi tutturmak için doğusuna ve batısına
iki ufak kubbe daha konulmuştur. Fakat kuzeyinde ve
güneyinde öyle bir şeyler de yoktur. Bunlara karşılık iki kaba
destekleme duvarı yapılmıştır. Ama denilirse ki, bu duvarları
sonradan Türkler yapmışlardır. Bu söz asıl iddiayı çürütemez.
Aynı kişi, yüzünü güneye çevirip bir kere de Sultanahmed
Camii’ne bakarsa, dört tarafından kademe kademe ve küçüklü
büyüklü birçok kubbenin yükseldiğini görür. Bunların üstüne
de onlarla orantılı büyük bir kubbe oturtulduğunu fark eder.
Böylece, Ayasofya’daki kabalığa karşılık Sultanahmed’deki
orantı ve âhenk anlaşılmış olur.
Aynı şahıs, her iki binanın da içine girerse, birinde ağzı
çirkin bir adamın dişlerine altın taktırması gibi altın yaldızlı
mozayiklerle, ötekinde ise bir park, bir bahçe içinde
geziliyormuş dedirtecek kadar türlü türlü renklerle, çinilerle
karşılaşır. Bu manzarayı gören bir kimse, Sultanahmed gerek
yapılışı, gerekse süslenişi bakımından Ayasofya’nın aynısıdır,
taklididir, hiçbir yeniliği, hiçbir özelliği yoktur diyebilir mi? -
YUSUF KAPLAN - Gazze, Dünyanın Siyonistlerin Esareti Altında Olduğunu Ispat Etti!
Gazze, milat oldu bütün insanlık için. Dünya, artık eskisi gibi olmayacak: Bir Gazze'den
öncesi, bir de Gazze'den sonrası olacak.
Tarih, yeniden yazılacak ve böyle yazılacak artık…
Gazze'den sonra nasıl bir dünya olacak, nasıl bir dünya ile karşı karşıya kalacağız peki?
Bu soru üzerinde etraflıca kafa yormak, bütün boyutlarıyla bu sorunun izini sürmek
zorundayız…
GAZZE: ÇAĞIMIZIN EN BÜYÜK ŞİFRE ÇÖZÜCÜSÜ
Gazze, çağımızın en büyük şifre çözücüsü işlevi görecek demiştim.
Bütün çözülemeyen şifreleri Gazze şifresi o kadar mükemmel bir şekilde çözüyor ki…
Maskeli Balo'yu çözdü Gazze her şeyden önce ve öte: Batı uygarlığının dünya üzerinde
kurduğu haksız, gözboyayıcı, emperyalist ve zorba hegemonyanın şifrelerini… Uzak ve yakın
şifrelerini…
Batı uygarlığının ve Doğu dünyasının bütün kurucu aktörlerinin (meselâ Almanya
cumhurbaşkanının, İtalya başbakanının, İngiltere başbakanının, Çin'in, Hindistan'ın ve
Japonya’nın vesaire) İsrail'in önünde diz çökmesi, Siyonistlerin bütün belli başlı Batılı ve
Doğulu güçleri kontrol ettiklerini, Batı uygarlığının veya hegemonyasının ya da küresel
sistemin Yahudi gücü Siyonistlerin kontrolünde olduğunu, esiri olduğunu, esareti altında
olduğunu gözler önüne serdi.
DÜNYA, SİYONİSTLERİN ESARETİ ALTINDA!
Batı zihni Yahudi gücü Siyonistler tarafından kontrol ve kolonize ediliyor: Gazze'nin
şifreleri, Batı hegemonyasının aslında Siyonist hegemonya olduğunu ispatladı. Ünlü yazar
Naomi Klein'in New York'ta Columbia Üniversitesi'nde İsrail soykırımını protesto ermek için
yapılan protesto gösterisinde tane tane haykırarak söylediği gibi “bir Siyonizm putu icat edildi
ve bütün dünya bu putun önünde boyun eğmeye mahkûm edildi. Artık bu putu kırma zamanı
geldi.”
Batı hâkimiyeti, masal. Gerçek hâkimiyet, Batı ülkelerine ait değil. Ortada bir hegemonya var
ama bu Batı hâkimiyeti değil, Siyonist hâkimiyeti. Yahudi gücü Siyonizm'in dünya üzerinde
kurduğu hâkimiyet.
Yahudi gücü Siyonizm, küre ölçeğinde bütün iktidar aygıtlarını ve güç odaklarını kontrol ve
kolonize ediyor, bu anlaşıldı.
Amerika’ya da, Avrupa’ya da, Uzak Asya'ya da hâkim olan Batı'nın kendisi değil, Yahudi
gücü Siyonizm.
Batılı sermaye, Yahudi gücü Siyonistlerin kontrolünde. Amerika’da da, Avrupa’da da.
Her tür sermayeyi kastediyorum burada: Amerika’daki entelektüel sermaye de, kültürel
sermaye de, ekonomik sermaye de, askerî sermaye de, akademik sermaye de, silah endüstrisi -
YAŞAR SÜNGÜ - Küresel Şirketler Anneyi Sevmez
Kapitalizm böyle bir şeydir; Küresel şirketlerin Siyonist patronları Gazze’de
israile doğurmasınlar diye anneleri, büyümesinler diye çocukları öldürtür,
dünyanın diğer tarafında da anneni seviyorsan hediye alarak ispatla der.
Anne senede bir gün hatırlanacak kadın değildir ama kapitalizm “bir gün
hatırla yeter” der.
Küresel şirketlerin anneler gününde anneyi sevme ölçüsü alışveriştir.
Küresel şirketler, “Anneler gününe özel indirimler var, bu fırsatı kaçırma anneni
hediyelerle sevindir” der.
“Git ananın elini öp, yanında otur, onunla zaman geçir, gönlünü okşa”
demez.
Küresel şirketler Anneler günü diye bir gün icat etmeseydi muhtemelen
annelerin daha çok hatırlanacağı neden kimsenin aklına gelmez?
Toprak öyle işlenmemiş de o yüzden.
**
Küresel şirketler anneyi neden sevmez?
Anne onların istediği tüketici tipi değildir.
Anne bebeğini hazır mama ve biberonlarla doyurmak yerine anne sütü ile doğal
yollardan yedirmeyi tercih eder.
Anne zorunlu olmadıkça alışveriş yapmaz.
Anne israfı sevmez, tutumlu olmayı tercih eder
Anne marketten alışveriş yapmak yerine mahalle pazarına gider.
Anne lüzumsuz gereksiz alışveriş yapmaz.
Anne asli ve temel ihtiyaçlarına odaklanır.
Anne alışverişte önceliği acil ve gerekli ihtiyaçlara verir.
Anne salçayı kavanozla marketten almak yerine pazardan en bol ve ucuz zamanı
gözeterek aldığı domatesle evde salça yapmayı tercih eder.
Anne sütünü ambalajlı fabrikasyon ürünü yerine sokak satıcısı denilen
üreticiden almayı tercih eder.
Anne yoğurdunu pekmezini reçelini kendi yapar, evdeki balondaki çiçeğini bile
kendi çoğaltır.
**
Anne küresel şirketlerin ürettiği birçok ürün ve hizmeti evde kendisi yapmayı
tercih ederek onları zarar ettirdiği için küresel şirketler annenin evde olmasını
istemezler. -
İSMAİL KILIÇARSLAN - İnsanlığın Tek Yahya’sı
Bir kitap sayfasındaki o siyah beyaz fotoğraftaki kadını gördüğümde bir isim vermek
istedim ona. Biri diğerinden küçük gözleri, arasına aklar karışmış dalgalı saçları,
hafifçe dışrak dişleri, kemikli kuru elleri, puntolu basma eteği ve nasıl kaybettiğini az
çok tahmin ettiğim olmayan bacağıyla bu yaşlıca kadının adı “Fatıma” olsun dedim
kendi kendime.
Elli beş kesindi, hatta belki altmış. Burada, Gazze’nin eş-Şati mülteci kampında
yaşıyor olmanın gereği neyse o sinmişti yüzüne. Korkaklık barındırmayan bir acı,
tereddütsüz bir cesaret ve biteviye bir “hayatta olma vakarı.”
Fotoğraf 1988 yılında çekilmiş. Ben Fatıma’yı elli beş yaşında kabul ettiğime göre
Nekbe’de yani 1948’deki büyük sürgünde 15 yaşında bir kızmış. “Ben de amcamın
oğlu Ali’yi seviyorum” dizesini elbette daha yazmamıştı Sezai Karakoç ama nedense
Fatıma’nın ilk aşkının ismini Ali diye bellettim zihnime. “Nedense” demem lafın
gelişi. Adın Fatıma ise seni bir Ali bulacak elbet.
Nekbe’de ayrı düşmüşlerdir Ali ile. Evlerinin anahtarlarını “döneceğiz elbet” diyerek
sıkı sıkıya göğsüne bastıran anası, ne olup bittiğini anlayamayan erkek kardeşi ve
dokunsalar ağlayacak gibi duran babasıyla Fatıma, Yafa’dan Gazze’ye yürümüş, Ali
ise ailesiyle Nablus’taki akrabalarının yanına göçmüştür.
İçindeki Ali yarası ile on dokuzunda gelin olmuştur Fatıma. Gazzeli bir balıkçıyla
evlendirmişlerdir onu.
Altı Gün savaşlarında, bir bombardımanda kaybetmiştir bacaklarından birini Fatıma.
Yine de ayakta kalmayı başarmaya çabalamış, dik durmaktan başkasını
yakıştıramamıştır kendine. Koltuk değneğine değil, tek bacakla yürümeye alışmıştır bu
yüzden.
Üç oğlu üç de kızı olmuştur Fatıma’nın. Kocası hastalıktan ölmüş, büyük oğlunu
Siyonistler şehit etmiş, bir küçüğünü de yoktan yere hapse atmışlardır. Kızlar da gelin
olup birer birer yuvadan uçunca Fatıma, burada, eş-Şati’de, en küçük evladı Yahya ile
bir başına kalmıştır hayatın tam ucunda.
27 Ocak 1988’dir günlerden. Keith Dannemiller, Şifa Hastanesi’nde Siyonistlerin
sebepsiz yere cezalandırarak hastanelik ettiği Filistinlilerin fotoğraflarını çekmiş, “bir
de oraya gideyim” diyerek eş-Şati kampına gelmiştir. Sahil kenarındaki bu kampa
ayak basar basmaz da Fatıma’yı görmüştür. İsrailli askerlere “oğlumu alamazsınız, onu
size vermem” diye diklenen; acısı, cesareti ve vakarıyla Gazze denizinin dibinde bin
yıllık bir anıt gibi duran Fatıma’yı.
“Götürürseniz oğlum geriye dönmeyecek, onu da almanıza izin vermem” diye
bağırıyordu belki de fotoğraf çekildiği anda. Yahut “bunu da alın bunu da. Nasıl olsa
şu arkamda duran küçücük çocuk sizin dünyanızı cehenneme çevirecek günü
geldiğinde” diye haykırıyordu. -
İHSAN AKTAŞ - Erdoğan’ı Erken Finale Zorlamak: 2015
Bir araştırma şirketinin temsilcisi olarak 2010’lu yıllarda AK Parti Genel Merkezi ile çalışmaya
başlayınca fazla zaman geçmeden bir şey fark ettim. O dönemlerde araştırma firmaları
sistemin içindeydi. Kritik bütün süreçlerle ilgili toplantıların parçası idiler. Bir gün siyasetçi bir
dostuma Beşir Atalay’ın Genel Merkez kadroları üzerinden doz aşımı bir etkisinin olduğundan
bahsettim. O da bana “Kısa zaman içerisinde bu etkiyi nasıl fark ettin? Ömrü burada geçen
siyasiler var, çoğu bu tür konuları düşünmez” demişti.
Ahmet Davutoğlu Başbakan olmuş. 2015’teki 7 Haziran seçimlerine hazırlık için Afyon’da AK
Parti kampı yapıldı. Strateji grubu da aynı mekânda toplanmıştı. Toplantı çok garip bir havada
başladı. Altı ay önce Erdoğan’ın yanında olan kim varsa toplu halde saf değiştirmişti. Bizler
geleneğin içinden geldiğimiz için, AK Parti kurulmadan önce de misyon adamıydık. Bütün
serüvenini Erdoğan’a borçlu olan bütün kadronun saf değiştirmesini anlamaya çalışıyordum.
Grubun en yaşlı üyesi “Bu milletin başına gelen bütün belalar karizmatik liderlerden geldi”
dedi. Bir başka üye Erdoğan’a olan sadakatinden değil de konuşana gıcık olduğu için karşı bir
eleştiri getirdi.
Hayatımda hiç saygı duymayacağım, o dönem sisteme iliştirilmiş kişiliksiz bir adam şu
cümleleri kurdu: “Bu adam sahaya çıkacak mı? Bu adam bize oy kaybettiriyor!”
Suyun derinliğini deliye yoklatırlarmış. Bu konuda kurguyu yapanlar, böyle riskli laflar
etmiyorlardı. Konuşan kişiye karşı ben agresif tavırlar sergileyince rahmetli Erol Olçok koşup
yanıma geldi. İki elini benim ve yanımdaki kişinin üzerine koydu “Arkadaşlar rahat olun,
herkes eteğindeki taşı döksün” dedi. Ben de “Burada üç dört kişi hariç herkes eteğindeki taşı
dökmüş” dedim. Sonra yanımdaki arkadaşa dönerek “Bu kadro hem padişahtan hem de
meşrutiyetten kazanmak istiyor” dediğimi hatırlıyorum. Mithat Cemal Kuntay’ın ‘Üç İstanbul’
romanına atıf yaptım.
Toplantı arasında ayaküstü sohbet ederken, ben siyasal anlamda arkadaşların nasıl saf
değiştirdiğini anlayamadığımı söyledim. Belki de anlamakta zorlandığımız mesele şuydu:
Hayata, misyon ve dava öncelikli baktığımız için parti içerisinde Başbakan’ın Davutoğlu
olmasının insanları rotasından bu kadar keskin bir şekilde saptıracağını hâlâ aklım almaz.
Önce rahmetli Erbakan bu milletin mazlum Müslümanlarına önderlik etti. Biz de inandık,
davasının bir parçası olduk. Bugün Erdoğan bütün dünya mazlumlarının lideridir. Aynı dava
saikiyle bir Afrikalı mazlumun Erdoğan’dan hangi konularda umudu varsa, aynı yerde
durmayı hayat felsefesi olarak benimsediğimden bu yeni nesil iktidar tutkunu adamaları
anlamakta zorlanmıştım.
“Partinin Genel Başkanı ve Başbakanı var, bizi rahat bıraksınlar” cümleleri rahat bir şekilde
kurulmaya başlamıştı. “Bu yarım doktoralı siyaset fakiri danışmanlar ve araştırmacılar
Davutoğlu’nun başını yakacaklar” diye dillendirdim. Mehmet Barlas’ın anlattığı bir fıkra vardı.
Ecevit ve Mesut Yılmaz, Bakanlar Kurulunu toplayamıyordu. O dönem anlatmıştı, “Mesut
Yılmaz hiç centilmen değil’’ diye arkadaşlara hikâyeyi anlattım. “Her ne kadar on yıldır bu
partinin içinde olsanız da siyaset sizin anladığınız bir mesele değil” dedim.